Aradan 29 yıl geçmesine karşın darbecilerin lideri, zamanın genelkurmay başkanı Kenan Evren hâlâ yargılanamadı. En küçük bir rahatsızlığında devletin kaynaklarıyla hemen tedavi edilip yaşamını sürdürüyor. Pek tabi tedavi olsun, her şeye rağmen insandır ama yaptığı darbenin yanlış olduğunu, cezalandırılması gerektiğini hem kendisi, hem de kamuoyu bilmelidir. Darbenin mahkum edilememiş olması bu konuda toplumsal bir talebin oluşmadığını da göstermektedir. Pek çok ülkede askeri darbe gerçekleştirenler ülkelerinde yargılandılar.

12 Eylül darbesinin getirdiği ’82 anayasası 29 yıl geçmesine karşılık köklü olarak değiştirilemedi. Darbeciler bu anayasayla kendilerini güvence altına aldıklarından, 29 yıl boyunca toplum sık sık darbe tehdidine maruz kalabildi. 28 Şubat bu güvencenin verdiği cesaretle gerçekleştirilmiştir. 28 Şubat darbecileri de yargılanmalıdır.

Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbe girişimcileri ise bugün Ergenekon sanığı olarak tutuklu yargılanmakta. Onlar yargılanırsa 1980 askeri diktatörlüğü ve diğer darbelerin yargılanmasının da önü açılacaktır.

AKP hükümeti darbe teşebbüsçülerinin yargılanmasının önünü açmıştır. Ergenekon savcılarınının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından görevden alınmaya çalışılmasına karşı çıkarak soruşturma sürecini desteklemiştir.

Türk solu bu süreçte darbecilerin yargılanmasını istemeli ve Ergenekon soruşturmasının peşini bırakmamalıdır.

’80 askeri darbesinin hala sürdüğünü iddia etmek siyasi gelişmeleri anlamamak anlamına gelir. Bir kere, askeri diktatörlüğün sürdüğünü ima etmek demektir. Aradan bunca yıl geçti; sendikalar, siyasi partiler kuruldu ve seçimlere katıldılar. Bu seçimlere sol ve sosyalistler de katıldı. Bu süreçlerin yaşandığı yerde 12 Eylül’ün devam ettiği söylenemez, devam etseydi bırakın seçimleri hiçbir muhalif ses duyamazdınız.

Darbe anayasası temel maddelerde değiştirilememiştir. Bu doğru. Ancak değiştirilemedi diye 12 Eylül sürüyor demek, sınıf mücadelesinin, insan hakları ve demokrasi mücadelesinin kazanımlarını görmezden gelmek demektir. Sermaye sınıfının değişen ihtiyaçlarını bile doğru dürüst kavrayamamak demektir.

Bugün Silivri’de darbeciler yargılanıyor. Eğer onlar yargılanıp cezalandırılırsa; 12 Eylül, 12 Mart ve 1961 darbelerinin yargılanmasının önü açılır.

Oysa kendini solda gören anlayışılar 12 Eylül darbesinin yargılanmasıyla kendilerini sınırlı tutarak 28 Şubat ve 4 askeri darbe girişiminin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Son 10 yıldır yaşananlar sanki yaşanmamış gibi davranılmaktadır.

12 Eylül öncesi sermaye örgütleri TİSK, MESS ve TÜSİAD darbenin gerekli olduğuna dair birçok kampanyanın altına imza atmışlardı. Darbe öncesi TİSK Başkanı Halit Narin bu durumu veciz bir şekilde “Devlet güvenlik mahkemeleri olmadan üretim olmaz” diye açıklamıştı. Darbenin hemen ardından yine Halit Narin; “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” ve Vehbi Koç, “12 Eylül devletin yeniden kurulmasıdır.” açıklamalarını yapmışlardı. Darbelerin yalnızca askerlerin veya ABD’nin kafasından çıkmadığının, sistemin ürettiğini birer sonuç olduğunun güzel kanıtları…
Eğer darbenin 29. yıldönümünde “AKP 12 Eylül faşizminin devamıdır” veya “29 Yıldır 12 Eylül - Darbeciler Hesap Verecek” afişlerinin içine Evren, Özal ve Erdoğan’ın resimlerini yan yana koyarsanız; siyaseten, sapla samanı karıştırmış olursunuz. TKP ve ÖDP bunu yapmaktadır. Bu iki afiş Türk solunun neden milliyetçi konuma düştüğünün tipik göstergesidir.

12 Eylül askeri darbesini faşizmle özdeşleştirip AKP’yi bunun bir devamı olarak görürseniz sadece şu anki hükümeti düşman belirler, öncekileri ve sistemin bütününü gözlerden kaçırır ve siyasetinizi bunun üzerine kurarsınız. Evren, Özal ve Erdoğan resimlerini yan yana koyarak siyasi gelişmelerin anlaşılmasının önünü kapatırsınız. AKP’yi 12 Eylül cuntansının ortaya çıkardığını söyler toplumun büyük çoğunluğunun bu partiyi neden desteklediğini anlayamazsınız. 1979'dan beri Kürtlerle yürütülen kirli savaşı açıklayamazsınız.

CHP de 12 Eylül’ü farklı değerlendirmiyor. AKP’yi 12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak görüyor. Türk solu ve sosyalistlerinin pek çoğu, toplumu anlamak gibi bir dertleri olmadığından, geniş kitlelerin kandırılmış cahiller olduğunu düşünür. Böylece, CHP, TKP ve ÖDP aynı kulvarda at koşturur!

Darbeye Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu geçtiğimiz yıl 21 Haziran gösterisinde binlerce kişiyi darbeye karşı harekete geçirdi. Türk solu ve sosyalistlerinin önemlice bir kesimi bu koalisyona ‘İslamcılar’ ile birlikte eylem yapılmayacağını öne sürerek katılmamışlar ve eleştirmişlerdi. Oysa Türk solu ve sosyalistleri darbe başta olmak üzere birçok tehdide karşı en ön saflarda kampanyaların bizzat örgütleyicisi olmalıdır. Irkçıların dışında herkesle siyaset etmeyi, demokrasi kavgasını yapmayı öğrenmelidir.

Ergenekon soruşturmasının önemini, barışın önemini görmez, Ermeni soykırımına karşı derin devletin tutumunu benimserseniz, demokratik kazanımların önemini hiç mi hiç anlayamazsınız. Cumhuriyet mitinglerinin darbeci karakterini anlayamazsınız. Nitekim Türk solunun varlığını hissettirebilen genişçe bir kesimi milliyetçilerin ve darbecilerin yanına düşmüştür. Barış sürecine milliyetçi çıkarlar temelinde yanıt üretmiştir.

12 Eylül darbecileri bir sistemin ürünüdür. 12 Eylül ancak demokrasinin yanında yer alarak, darbe girişimlerinin yargılanması konusunda açık tutum alarak ve Kürtlerin yanında barışın tarafında tutum alarak yargılanabilir. En önemlisi de milliyetçilikten sıyrılarak tüm darbelerin yargılanmasının önü açılır. Solcular bu demokrasi mücadelesinin en ön saflarında çarpışmak zorundadır. Yeni sol ancak bu mücadelelerin içinden çıkacaktır.

Cumartesi, Eylül 12 0 yorum


sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI

ve Los Angeles'in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLİ yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI

ve bütün çatılar akardı -
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar

bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.

babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
"Gebertic'em seni, " bağırırdım "Bi' kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!"
"Çabuk bu orospu çocu'unu
çıkar burdan!"
"hayır, Henri, annenin
yanında kal!"
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh'u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.

hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8'de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG!PENG!PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.

kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
"bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak"
diyerek karşıladı.
çocuklar "AOF"
bağırdı bir ağızdan.
"fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız," dedi,
"ve çok zevkli
bir şey!"
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken

bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
"şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla!..."
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson "tamam!" diye bağırdı
"tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum!"
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı'nın yüzünü
gördügünü söyledi.

bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.

"teşekkür ederim," dedi Bayan
Sorenson, "hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir."
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.

Charles Bukowski
Çeviri: Cem Duran

Cuma, Eylül 11 0 yorum


Sanayileşmiş ülkeler başta olmak üzere 178 ülke için artık bağlayıcı olan Kyoto protokolü ne yazık ki küresel iklim değişikliği için gerekli önlemleri almamaktadır.

Trakya ve Marmara bölgesinde 30 kişinin üzerinde ölüme neden olan sel felaketi bu önlemlerin alınmadığını ortaya koymuştur.

6 saat için metrekareye 120 kilogram yağmur düştü. Bu düz bir alanda 6 saatte suyun 120 santimetre yükselmesi demektir. Bu ilk anda, işine gitmekte olan insanların, kamyonetlerin içinde bulunanların ve zemin katta yaşayan birçok insanın suların altında boğulmaları anlamına geliyor. Derelerin taşması buna eklendiğinde binlerce insanın canı ve malı tehdit altında kalıyor.
Meteoroloji uzmanları bu yağışlardan daha yoğununu bekliyoruz derlerken gelecekteki felaketleri şimdiden duyurmuş oldular.

Bilim insanlarının tüm uyarılarına karşın fosil yakıtlarından vazgeçilmiyor. Güneş ve rüzgar enerjisi büyük şirketler tarafından engelleniyor. Karbondioksit gazı gezegenimiz için en önemli tehdit haline dönüştü. Küresel ısınmadan dolayı buzullar her geçen gün hızla eriyor.

Türkiye sera gazı etkisini yaratan gazları atmosfere en fazla yollayan ülke. Bilim insanları sera gazlarının yüzde 90 azaltılmasını istiyor. 12 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak yeni iklim zirvesine katılacaklar bilim çevrelerince uyarılıyor.

Küresel ısınmanın nedeni küresel sermayedir. Hükümetler gezegenimizi her geçen gün felakete sürükleyen küresel sermayeye karşı yeni önlemler almalıdır.

Ekonomik kriz nedeniyle şirketler kurtarılıyor, bütçeden savaşa sürekli para aktarılıyor. Deprem dışında meydana gelen felaketlerin, küresel ısınmaya karşı alınmayan tedbirlerin sonucu olacağı 17 yıl önce Kyoto protokolü hazırlanırken tartışılmıştı. Rusya’nın 2005 yılındaki imzasının ardından 2005'te Birleşmiş Mitler içindeki ülkeler tarafından bağlayıcı hale geldi. Türk Hükümeti geç de olsa bu yılın Şubat ayında bu protokolü imzaladı.

Protokol, iklim değişikliklerin nedeni olan CO2 ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmayı hedefliyordu. Bilim insanları protokole uyulduğu takdirde yalnızca sorunu ‘yüzeyine temas edilebilir’ uyarısında bulunuyordu.

Onlar duyarsız olabilirler ama bu küresel felaketin mağdurları duyarsız kalamazlar.

IMF ZİRVESİ

IMF ve Dünya Bankası temsilcileri 6-7 Ekimde İstanbul’a geliyorlar. Küresel sermayenin yeniden yapılanması, kârlarına kâr katmak için uluslararası işbirliğini güçlendirmeye çalışacaklar. Krizden kurtarmak için milyarlarca dolar şirketler için harcandı. Bankalar kurtarıldı. Kriz bir doğal felaket gibi sunulmaya çalışıldı.

Oysa ne sel ne de ekonomik kriz doğaldır! Sel küresel ısınmadan kaynaklanır, ekonomik kriz dünya kapitalizminden. Tüm bunların tek nedeni var, o da küresel sermayedir.

IMF ve Dünya Bankası her yıl mutabakata vardıkları konularla milyarca insanı fakirleştiriyorlar. Bu yetmezmiş gibi gezegenimizi yok etmeye çalışıyorlar. Küresel ısınmayı hızlandırıyorlar.

Buna karşı geliştirilen kampanyalar yeni solun sesini şimdiden duyurur gibi.

Kuru ve içi boş bir anti-emperyalizm söylemiyle menkul Türk solu umarız bu süreci en azından 1 Mayıs gösterilerinde harcadığı emekle karşılar ve tüm kampanyaların örgütleyicisi ve destekleyicisi olur!

Perşembe, Eylül 10 0 yorum

1818'de, yani günümüzden 191 yıl önce doğmuş olan bir adamın fikirleri bize ne anlatabilir?

Tüfeklerin henüz tek kurşun atabildiği bir çağın insanı, bugünün uzaktan güdümlü füzeleriyle yüzbinlerce insanı, tek bir düğmeye basarak yok edebilme kudretine sahip emperyalizmle mücadelede, bize ne kadar yol gösterebilir?

Buharlı gemilerle, o da yalnızca gelişmiş ülkelerde, seyahat edilen bir devrin adamı, uzay mekikleriyle aya turistik seyahat düzenlenen 21. yüzyıl düzenine ne derece hakim olabilir? Telgrafın daha yeni yaygınlaşmaya başladığı, uzun yazışmaların, alıcısına haftalar sonra ulaştığı mektuplarla yapıldığı bir dönemde doğmuş biri, interneti beş yaşında çocukların bile kullandığı "enformasyon çağı"nı nasıl çözümler?

Paris'teki 1848 Şubat devriminin haberini, günler sonra Brüksel'in Nord garında bir tren makinistinden alan bir insan, birkaç dakika önce dünyanın bir ucunda yaşanan herhangi bir olayı TV'nin uzaktan kumandasına basarak haber alabilen kalabalıklara ne kadar yol gösterebilir?

191 yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen fikirleri bütün toplum kesimlerince tartışılan; kimilerince sahiplenilip geliştirilen, kimilerinin beğenmeyip saldırdığı; kimilerince korkulup yasaklanan, kimilerinin sırtını güvenle yasladığı Karl Marks halâ dünyamızın işleyiş biçimini açıklamaya devam ediyor.

Antikapitalist hareket?

Son yılların en hararetli tartışmalarına yol açan anti kapitalist harekete neden anti kapitalist hareket diyoruz? Örneğin yalnızca nükleer santrallerin yasaklanması için mücadele eden kimi küçük gruplar neden anti kapitalist oluyor ki? Onlar varolan kapitalist sistemi yıkıp yerine başka bir sistem kurmaktan söz etmiyorlar ki!

Sadece, İztuzu sahillerinde deniz kaplumbağalarının yumurtlama haklarını savunan bir grup çevreci nereden anti kapitalist oluyormuş? Kendilerini yalnızca kadın hakları mücadelesiyle sınırlayan, hatta kadının kurtuluşunu sosyalizmde gören sosyalistlere şiddetle karşı çıkan feminist grupların anti kapitalistliği nereden geliyor? Onlar varolan iktidarlardan bazı iyileştirmeler talep ediyor, o kadar!
Protesto gösterilerine "Biz eşcinseliz, bu dünyada biz de yaşıyoruz" demek dışında bir taleple gelmeyen gay ve lezbiyenler mi anti kapitalist?

Yıllardır "eşit, bilimsel, parasız eğitim" sloganından başka bir şey üretmemiş öğrenciler mi anti kapitalist? Onların eşit ve parasız olmasını istedikleri eğitimi yine bu düzen vermeyecek mi? Öyleyse onlar anti bu düzenci değiller!
Her fırsatta üyelerini satan sendikalara kim anti kapitalist diyebilir? Kapitalistlerle masaya oturup uzlaşan onlar değil mi? Ya onların üyeleri, işçiler? İkide bir sokağa çıkıp bu düzenin bekçilerinden üç kuruş fazla para dilenen, biraz daha az çalışıp yaratacakları boş zamanlarda aylaklık etmek için çalışma saatlerinin kısaltılmasını isteyen şu cahil işçiler mi anti kapitalist?

Komünistlere lafımız yok. Onların anti kapitalistliği tescilli. Zaten yıllardır kapitalizmi yıkmak istediklerini bağıra çağıra söylüyorlar. Üstelik şimdilerde moda olan "Başka bir dünya mümkün" gibi muğlak bir sloganı değil, programı, kuruluş ve geçiş aşamaları 150 yıldır saptanmış olan "Sosyalizm!" sloganını getiriyorlar toplumun önüne.

Nasıl antikapitalist olunur?

Peki öyleyse bu sayılan insanlara biz neden anti kapitalist diyoruz? Şöyle bir toplantı hayal edelim: birbirinden çok değişik sorunlar yaşayan ve bu sorunlara duyarlı, çözülmesi için bir şeyler yapılması gerektiğine inanan bir grup insan bir araya gelmiş. Kimi nükleer santrallerin hayatımızı tehlikeye attığını ve her şeyden önce buna engel olunmazsa hepimizin yok olacağını anlatıyor. Biri çıkıp İztuzu sahillerindeki kaplumbağaların soylarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığını, bunu mutlaka durdurmak gerektiğini anlatıp duruyor.

Bir diğeri kadının toplumda çektiği acılar sona erdirilmeden başka hiçbir kazanımın önemli olmadığını; başkası eşcinseller özgürleşmeden kimsenin özgür olamayacağını söylüyor da başka bir şey demiyor.

Bir öğrenci kalkıp her şeyin eğitim sisteminde başladığını, bu eğitim sistemini değiştirmeden başka hiçbir şey yapılamayacağını anlatıyor. İşçiler yaşam standartları düzelmeden mücadele etmenin anlamı olmadığını duyuruyor. Birileri de kalkıp "İlle de sosyalizm! Hepinizin derdi sosyalizmde çözülecek, merak etmeyin!" diyor; Nuh diyor, peygamber demiyor.

Sonra bunların hepsinin anlattığı sorunların sebebi düşünülüyor, araştırılıyor. Herkes elindeki verileri bir araya getirip ortaya koyuyor ve anlaşılıyor ki tüm sorunların kaynağı aynı: kapitalizm. Her taşın altından aynı mantık çıkıyor: kâr ve rekabet hırsı. O zaman karşı çıkılan şey de aynı: kapitalizm. İşte bu insanları fikirleri aracılığıyla ve yaşadıkları sorunlar nedeniyle bir araya getiren şey ortada: kapitalizm. Bu insanlar ortak bir mücadeleye yöneldiklerinde -ki Seattle'dan beri böyle- ortak bir düşmana zarar vermeye başlıyorlar: kapitalizme.

İlk antikapitalist

188 yaşındaki ihtiyarın bu mücadelenin ilk anti kapitalist aktivisti olmasının nedeni de tam da burada yatıyor.

Yaşadığımız sorunların kaynağının bizzat yaşadığımız çağı idare eden sistem olduğunu bilimsel yöntemlerle ilk ortaya koyan kişi o oldu. Tüm bu sistemin çarklarının emeğin sömürüsünden akan terle döndüğünü o kanıtladı: artı değer teorisini ortaya koydu. Kadim dostu Engels'le birlikte hayatın hemen her alanındaki -edebiyattan felsefeye, ekonomiden siyasete, işçi sorunlarından çevreye kadar- sorunlara yanıtlar üretmeye gayret ettiler. Örneğin (küçük bir ayrıntı) dönemlerinde popüler olan Eugene Sue'nun romanlarındaki ahlakçılığı onlar açığa çıkardı. Oysa dönemin eleştirel felsefi akımının yaratıcıları bu romanlardan belirsiz sonuçlar çıkarıyordu.

Feministlerin iddialarının aksine, kadın sorununa duyarlıydılar ki Kutsal Aile adlı ortak eserlerinde şöyle diyorlardı:

"Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür."

Başka pek çok konuda söylediklerini bulmak için yazdıkları koskoca bir külliyat var, hepsini burada ele almanın imkanı yok.

Bugünün süratle değişen dünyasını Marks'ın fikirleriyle anlamanın imkansız olduğunu düşünenlere şöyle denebilir: giderek hızlanan bu değişimin nedenini bizzat Marks'ta bulabilirsiniz. Tarihteki tüm egemen sınıfların tersine, burjuvazi ancak üretim güçlerini sürekli yenileyerek, sürekli devrimci dönüşümlere tabi tutarak egemenliğini sürdürebilen bir sınıftır. Bunu söyleyen ben değilim (İyi ki de değilim, yoksa bu olguyu 150 yıl önce değil, daha yeni kavramış olacaktık). Ve bir devrimci olan Marks, devrimci dönüşümler yaptığını söylediği bu sisteme karşı, hayatı boyunca mücadele etti.

Aktivist Marks

Devrim başladığında sürgüne yollandığı Brüksel'den Fransa'ya koşan, Paris Komünü'nde (1871'de Parisli işçileri 72 gün iktidara taşıyan ve sınıfsız toplumun temellerine çekirdek oluşturan devrim) barikatların arkasında işçilerle birlikte savaşan Karl Marks ilk anti kapitalist aktivistti gerçektende.

En iyi dostuyla birlikte yazdığı kitap (Komünist Manifesto) bize daha o günlerden bugün de yaşadığımız sorunların kaynağı olan kapitalizmi teşhir etti ve gelecek dünyanın ipuçlarını verdi. Alt tarafı 40 sayfalık bir metin olan bu kitap (belki tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları hariç -onları da kaç kişi sonuna kadar okuyup anlamıştır 'tanrı' bilir) dünyada en çok dile çevrilmiş ve en çok satmış ve halâ satmakta olan bir abidedir. Çünkü halâ yüzbinlere esin kaynağı oluyor.

Sarhoşluktan ve halkın huzurunu bozmaktan hapse de düşen, sevgilisine yazdığı aşk şiirlerini yaşlılıklarında birlikte gülerek de okuyan Mağripli (esmer olduğu için dostları Marks'a Le Muare, Mağripli derdi) aktivist halâ uslanmadı. Aramızda dolaşıp gülümseyerek sözünü söylemeye devam ediyor: "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir."

Cengiz ALGAN

Salı, Eylül 8 0 yorum

Hepimizin, daha lisedeki Milli Güvenlik derslerinden beri bildiğimiz üzere Türkiye, dünyada en çok tehdit edilen ülkedir. Dünyada bu tehdit algısı bazı ülkelerde rejim, bazılarında ise toprak bütünlüğü içinken Türkiye her iki bakımdan da tehdit aldında olan bir ülkedir. Bu özelliğiyle de sanırsam dünyadaki biricik örnektir. Sovyetler Birliği yıkılmamışken, Sovyetler tarafından, İran kurulduktan sonra da İran tarafından rejim tehdit altındadır. Toprak bütünlüğü derseniz; hepten yanmışızdır. Topraklarımızda gözü olmayan komşumuz yoktur.( Azerbaycan hariç ) Bu yetmediği gibi bu dış mihrakların, içeride beslediği hainler de vardır. Hem iç hem de dış düşmanlara karşı tetikte olmalıyızdır. Bu yüzden sürekli silahlanırız, gerektiği durumlarda güç kulllanırız. Çünkü tehdit altındayızdır. Bu zihniyet, egemen ideolojiyi yeniden üreten ve aslında tüm komşuları için tehdit oluşturan bir algıdır.

Ermenistan ile olan ilişkiler de tam bu zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Ermenistan'ın Türkiye topraklarında gözü vardır. Ermenistan, kardeş ülke Azerbaycan'ın topraklarını işgal altında tutmaktadır vs...

Milliyetçilik, her zaman olduğu gibi yine ihtiyacı olan düşmanı, mağduriyet söylemi üzerinden yeniden üretmiştir. Nüfusunun % 76' sı Ermeni olan Karabağ'ın (1989' daki sayıma göre) neden Azerbaycan toprağı olduğunu es geçmemiz gerekir. Geçtiğimiz hafta Baskın Oran' ın da Agos' ta yazdığı gibi dış politikada Azerbaycan tamamen kendi çıkarını kollarken -normal olan da budur-, Türkiye'nin Ermenistan sınırının açılmasından sağlayacağı faydayı düşünmemesi ve kardeşi Azerbaycan'ı kollaması lazımdır.

2008 Nisan ayında Kıbrıs' taki Lokmacı sınır kapısının açılmasını engellemek için iki tarafın da milliyetçileri, polisleri ve adadaki Türk ordusu var gücüyle mücadele etmişti. Ancak sınır açılıp, günübirlik pasaportsuz geziler iki tarafa da başladığında barış ve birleşik Kıbrıs umudu iki tarafta da artmıştı. Bugün Kıbrıs'ta müzakerelerin bu aşamaya gelmesinde bu normalleşme büyük bir etken oldu. Çünkü, halklar birbirlerine dokundular, oluşturdukları ortak kültürü fark ettiler ve birbirlerinin acılarını anlamaya başladılar.

Bugün de bu normalleşmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz konu, komşumuz Ermenistan ile olan ilişkilerdir. Hem 1915 "Büyük felaketinin" anlaşılabilmesi, hem de bu " dört tarafımız düşmanlarla çevrili" masalının son bulması için ilişkilerimizin normalleşmesi gerekmektedir. Bu normalleşmenin yolu da sınır kapısının açılması ve kapıya -her iki toplum için de sembolik olarak çok büyük anlam yükleyecek olan-Hrant DİNK adının verilmesidir.

Bu kapının açılmasının hem Doğu Anadolu hem de Karadeniz ekonomisini canlandıracağını iktisatçılar söylüyor - Kars belediyesi de geçtiğimiz dönem kapının açılması için imza toplamıştı-; Türkiye'nin, Kafkas coğrafyasındaki etkisini arttıracağını uluslararası ilişkiler uzmanları söylüyor; ilişkileri normalleştireceğini, Türk milliyetçiliğinin besin kaynaklarından birini kurutacağını, hem komşumuz Ermenistan ile hem de kendi kapı komşumuz Türkiye Ermenileri ile artık barışmamızı, sağlıklı bir geleceği birlikte inşa etmemizi kolaylaştıracağını da bizim gibi ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı olan aktivistler söylüyor.

AKP hükümetinin de sınırı açabilmek ve bu mantıksızlığa son vermek için niyetli olduğunu görüyoruz. Ancak, Abdullah Gül'ün Ermenistan'daki maça gitmesine bile itiraz eden bir muhalefet ve egemen ideolojiyi yeniden üretmek, dış politikadaki etkinliğini azaltmamak isteyen bir ordu varken; AKP ülke içi dengeleri bir şekilde gözeterek, bu iç baskıyı ABD ve AB yoluyla tasfiye ederek sınırı açmaya çalışacak. Obama'nın bu konudaki söyleminden sonra ciddi yol alınması da bunun göstergesidir. Sonuç olarak sınırın açılmasının çok yakında olduğu kanaatindeyim.

Fatih KIYAK
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi
fatih.kyak@gmail.com

Çarşamba, Eylül 2 0 yorum

Çok yakın zamana kadar Kürt ismini telaffuz etmek yasaktı. Oysa şimdi barıştan söz ediyoruz. Her şeyi tartışabiliyoruz. Kürt halkının bir ulus olduğundan, özerklik, federasyona, Öcalan’ın muhatap alınmasına, PKK ile görüşülmesi ve ayrılmaya kadar her şeyden söz ediyoruz. Düne kadar bunlar tartışılaydı hepimizin başı belaya girerdi. Birçok aydın bundan dolayı ömrünün yarısını cezaevinde geçirdi. Birçoğu da sokakta infaz edildiler. Bugüne gelmek için çok ağır bedel ödendi. Bugün artık dünden daha iyi bir yerde duruyoruz. En azından barış için konuşulmaya başlandı.

Oysa bazıları ısrarla barış için değil savaş için konuşun, diyorlar bize. Kimdir bunlar? Irkçı MHP! Bu faşist partiyi dinlemek, duymak ve söz etmek bana işkenceden farksız geliyor. İçişleri bakanı olsam anında yasaklar kafese tıkardım bunları.

Peki CHP’ye ne demeli. Bence deli demeli! Kürt sorunu vardır ama Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür, diyerek Kürt halkını aşağılıyorlar ve görmezlikten geliyorlar. Dolayısıyla CHP barışın karşısında dalga geçer bir edayla tutum almış oluyor. Neymiş, anayasa dayanak gösterilerek, Türk kimliği siyasi bir kimlikmiş, etnik bir kimlik değilmiş. Kürtler etnik temelde hak istediklerinden bu talepler kabul edilemezmiş! Yani Türkler etnik değiller, Kürtler etnikler, dolayısıyla istekleri de gerici ve kabul edilemez. Çünkü Kürtler ırkçılık yapıyorlar! Ya sabır! CHP ve MHP tam bir demagojinin içindeler. Kürtler 80 yıldır Kürt’üz diyorlar. Bunun için 29 kez isyan isyan ettiler. Bu partiler Kürt sorununu görmek istemiyorlar.Birlikte, eşit haklarla yaşamaya karar veren çiftlerden birinin sözünden vazgeçip diğer eşi zorla alıkoyup tüm haklarını gasp etmesi gibi, Kürt halkının da yıllardır hakları ellerinden alınmıştır. Eskiden devlet partisi şimdi Ergenekon partisi olan CHP, Kürtlerin herhangi bir siyasal talebine yanıt vermeyerek uyduruk Türk kimliğini Kürtlere dayatmakta ısrarla savunuyor. Yani Barış projesinin Amerikan oyunu olduğunu söyleyerek milliyetçi duruşunu meşrulaştırmaya çalışıyor.

Bugün yalnızca Kemalizm iflas etmedi aynı zamanda Türk ulusal kimliği de iflas etti. CHP bunu görmediği sürece savaştan yana anılacaktır ve tarihten silinecektir.
MHP Türk etnik kimliğinin diğer halkların da kimliği olduğunu söylüyor ve dayatıyor. Dolayısıyla hem ırkçılık yapıyor hem de savaş çığlığı atıyor. Eğer Kemalist ulusal kimlik Türklük üzerine kurulmasaydı MHP ırkçılıktan dolayı kapatılırdı. Kemalizm’de Türk kimliği yıllardır resmi ideolojinin ulusal kimliği olarak görüldüğünden MHP’nin ırkçılığı şimdiye dek kamufle oldu. Barış sürecinde MHP’nin ırkçı parti olduğu vurgulanıp kapatılması için kampanyalar yapılmalıdır. CHP, Kürt halkı vardır, diyor ama siyasi hakkı olmadığını belirtiyor. Biri ırkçı diğeri milliyetçi ve şoven. Barış karşısında ikisi de barışın gereksiz olduğunu savunarak ortak tutum almış oluyorlar. AK Parti de milliyetçi. CHP Kemalist milliyetçiliği dayattığı için milliyetçi ve şoven bir parti oluyor. AK Parti 80 yıldır dayatılan Kemalist milliyetçiliği tartışıyor ve barış çağrısında bulunuyor. Sosyalist sol veya sosyal demokratlar savaş yanlısı olduklarını gizlemek için bin bir dereden su getirmekle meşguller. Sanki birbirleri ile yarışıyorlar.

Bu şoven tutuma örnek olduğunu düşündüğüm Türkiye Komünist Parti’sinin sözde kardeşlik bildirisine değinmek isterim. Hiçbir siyasi değeri olmayan istekler uzun uzadıya anlatılıp sonunda emperyalist bir proje olduğu yazılır. Sonunda da bu barış projesinden barış çıkmaz diyerek, bildirge sonlanır. Bu savaşın yanında tutum almak değil de nedir! Bu sosyalist gelenek için kepazelik, sosyal şoven bir tutumdur. Bu tutumu Türk solunun büyük kesiminde görmek olası.
Kürt siyasal hareketine güvenmediklerinden, onlara reçete sunarak destekte bulunuyor havası estirmektedirler. Barış yanlısı olup birlikte yaşamayı kardeşlik ve barış projesi olarak yorumlayanlar dolaylı da olsa Türk sermayesine yaltaklık ve işbirliği yapmaktadırlar. Sanki Türk sosyalistleri Kürtlerle savaşıyor havasındalar. Bu kepazelik değil de nedir! Türk sosyalistleri bunu sosyalist ideolojiye yaslanarak yapmaktadırlar. Oysa milliyetçilik ideolojisine yaslanarak savaştan yorulan, bitkin düşen Türk sermayesine yani T.C devletine destek sunmaktadırlar. Dolaysıyla sosyal şoven bir tutum takınıyorlar.

Önümüzde koca bir barış süreci var. Barış sürecinin başlaması bir kazanımdır. Bu kazanımın Kürt halkının lehinde sonuçlanması ve kazanımların kalıcı olması için ezen ulusun sosyalistleri Kürt halkının isteklerini koşulsuz desteklemeliler. Bunun en sıkı mücadelesini yapmalıdırlar. Hatta tek taraflı ayrılma hakkını da içinde barındıran siyasal güvencenin savunucuları olmalılar.

Lenin’in "sosyal şoven" diye suçladığı Kautsky patentli oportünizmin ‘yurtseverlik' ve 'yurt savunusundan’ veya ‘Tek ülkede sosyalizm’ anlayışını sosyalizme kaynatmaya çalışan Stalinist milliyetçi siyasetten uzak durulmalıdır. Kautsky oportünizmi ile 1. Dünya savaşında Alman işçi sınıfı burjuva savaşa kurban edilmiştir. Stalin ise milliyetçiliği kullanarak Almanya, Macaristan gibi birçok devrimci kalkışmayı boğarak dünya devrimini satmıştır. Almanya'da anayurt savunusu siyaseti ile faşizmin iktidarının önü açılmıştır . Troçki’nin birleşik cephe siyasetinin hayat bulması engellenmiştir. Bizim nadide sosyal demokrat ve sosyalistlerimiz hala bu ideolojilerin bir uzantısı olarak siyaset yapmaya çalışıyorlar ve Ergenekon soruşturmasında aldıkları tutumla, barış sürecini değerlendirişleriyle çuvallıyorlar.
Artık her şeye Amerikan kulpu bulmakta iyice uzmanlaştılar. Darbe olur Amerika denir, Ergenekon kafese tıkılır Amerikan oyunu, savaş olur Amerika, Barış olur yurtseverliğe sarılırlar. Yarın devrim olduğunda yine Amerikan oyunu diye karşı çıkacaklar bu gidişle. Bu siyasi anlayışların sol ile alakası kalmamıştır. Cumhuriyet mitingleri ile başlayan yol ayrımı barış sürecinde tamamlanmıştır. Sosyal şoven sol ile birlikte hareket etmek artık tamamen kendini tüketmiştir.

Sayın sosyal şovenlerimiz! Emperyalizm her şeye mutlak kadirse siyaset yapmaya da gerek yok sanırım. Nasıl olsa her şeyi Amerika biçimlendiriyor. Barışın arkasında kimin olduğunu, barışı isteyenlerin niteliğini araştırmak öküzün altında buzağı aramaktır. Solculuk ve sosyalistlik yapmamaktır. Entrikalara alet olmaktır. Bugün böyle davranmak Ergenekoncuların ve savaş yanlısı faşist MHP’nin yanına düşme anlamına gelir. CHP’den farsızlaşıyorsunuz. Bu yazı siz, kendini sosyalist sanan ama bugün sosyal şoven olan Türk sosyalistleri ve sosyal demokratların yöneticilerini ikna etmek için yazılmamıştır. Onları destekleyen işçi, emekçiler ve öğrenciler için yazılmıştır. Yöneticiler kendilerini satalı çok olmuştur. Ama işçiler, emekçiler ve öğrenciler neler olup bittiğinin farkında olan sosyalistler partilerinizi terk edin! 1 Eylül Dünya Barış Günü için sokağa çıkın! Böylelikle sizi satan parti yöneticilerinizi cezalandırmış olacaksınız!



Kendini solda gören herkes hiç olmazsa bugün barışın yanında olup Kürt halkının taleplerine koşulsuz destek vermelidir. Korkmayın, ürkmeyin hükümete destek vermiş olmazsınız.
Gönüllü birliktelik ancak eşit koşullarda olur. Gönül işlerinde de bu böyledir. Taraflar birbirlerinin tüm haklarını tanımalılar hatta istediklerinde de tek taraflı ayrılma hakkını kullanabilmeliler. Çünkü her aşk sonsuz olmayabilir. Tek taraflı ayrılmanın da güvence altına alınması gerekir. Bizim yapmamız gereken bu değil mi? Ama sizin parti önderleriniz neyi salık veriyorlar; güçlü eşin avantajlı olması için reçete üretiyorlar. Yani güçlü eş bu birliktelik sürecinde eşine istediğini yapacak ve ezilen eş buna boyun eğip ayrılamayacak. Bu insanlık mı yoldaş! Bu açık açık cinsiyetçiliktir. Bunu Kürt sorununa indirgediğimizde parti yöneticilerin sosyal şoven olduklarını görebiliriz.
Çünkü Kürt halkının taleplerini görmezden gelmek ve tek taraflı ayrılma hakkını savunmamak Türk kimliğinin altında yaşamak anlamına gelir. Bu şoven boyunduruk ne Kürt halkı için ne de Türk işçi, emekçi ve öğrenciler için gerekli. Biz yurtsever değil sosyalistiz! Biz sosyal şoven değiliz! İşçilerin vatanı yoktur. Kürt halkı kendi kimliğini özgürce kullanamadığı sürece biz hep Türk kalacağız demektir. Sosyalist bir dünya için adım atamayacağız anlamına gelir. Türk olmak bizim karnımızı doyurmadığı gibi Türk milliyetçiliği temelinde sosyalist bir dünya da kurulamaz. Kürt işçisi, emekçisi ve öğrencisinin sosyalist özlemlerini kullanma hakkı vardır ama önce kimliği tanınmalıdır. Türk işçisine, emekçisine ve öğrencisine tanındığı gibi. Birlikte yaşadığınız eşinizin kimliğini nasıl tanıyorsanız, öyle tanımalısınız.

Dolayısıyla Kürt hareketine, onun siyasal temsilcilerine tereddüt yaşamadan güven vermeliyiz. Bu ancak barışı desteklemek ve Kürt hareketinin taleplerinin eleştirisiz desteklemekten geçer. Aranızda "sosyalist Kürdistan" diye düşünenler olabilir. Bu bakış diğer soldan da farksızdır. Çünkü Kürt Hareketine sosyalist karakter yükler. Öncelikli olarak barışa koşulsuz destek sunmak gerekirken, önderliği sorgulamak barış sürecine engel olmaktan başka bir şeye yaramaz. Türkiye’de sınıf hareketi, sosyalist hareket geri diye yılardır yakındık, durduk. Bunun en temel nedeni Türk milliyetçiliği idi. Bugün bu milliyetçi hava çatladı. Egemen sınıf Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşın desteğini Türk halkından sağladı. Bunu Türk milliyetçiliğini sürekli öne çıkararak yaptı. Bu milliyetçi hava sınıf mücadelesini çok iyi gizledi. Özelleştirmeler sürecinde Türk işçi ve emekçisi yenildiyse bu milliyetçilikten yenildi. Sol ve sosyalistler de milliyetçilikten nasibini aldı. Ama bugün bu milliyetçi hava çatladı. Daha fazla çatlatmak olmalı görevimiz.Türk milliyetçiliğine karşı çıkıp sosyalist fikirleri savunmalıyız. Ezen ulusun işçileri ve sosyalistleri yurtsever olamazlar. Eğer Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkını koşulsuz, yani reçete sunmadan desteklersek ezen ulusun işçi ve emekçisi olarak ideolojik ve siyasi açıdan sermayeden koparabiliriz. Kürt halkının her kazanımı bizim kazanımımızdır. Böyle dönemlerde ezen ulusun işçileri ve emekçilerinin yeni fikirlere açık olduğu dönemlerdir. Tüm bunlardan dolayı sokağa çıkalım ve yeni bir sol yaratalım. Sosyal şoven olmayan, milliyetçi olmayan, barış yanlısı, Ergenekon terör örgütünün peşini bırakmayan, çevre sorunlarına, cinsel ve azınlık haklarına sahip çıkan, anti-militarist, kapitalizmi sorgulayan sol için sokağa çıkalım.

Cuma, Ağustos 28 0 yorum

Siyasi gündemimiz yine bizi şaşırtmadı. Toplumsal sorunlar ne kadar bastırılsa da, görmezden gelinse de gündemdeki yerini alıyor. Bu bize şunu gösterir; sosyal ve siyasal sorunlarımızın birikmişliğini ve değişime ne kadar aç olduğumuzu. Dile kolay üç askeri darbe, 28 Şubat post modern darbesi, son on yılda üç askeri darbe girişimi, kapatılan birçok parti ve yaklaşık 30 yıldır Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaş, bunun sonucunda binlerce ölüm! Yüzlerce aydının ve binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetler! Böyle bir ortamda tek düze bir siyasal gelişme beklemek abesle iştigal değil mi? Ayrıca böyle bir ortamda yüzde üç’lük Erbakan’ın partisinin biranda yüzde 20’lere ulaşması veya Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan AK Partinin ilk girdiği seçimde yüzde 35, ikinci girdiği seçimde yüzde 48'e yakın oy almasına ne demeli? Demek ki çok ama çok canlı toplumuz. Küçük bir partinin toplumsal kodları doğru okuduğunda çok kısa zamanda siyasal güç olmasının önünün açık olduğunu saptamak sanırım yanlış olmaz.

AK Parti yaklaşık sekiz yıldır iktidarda. Bu iktidar sürecinde demokratikleşme adına birçok girişimde bulundu. Başardı veya başaramadı, kendi sınıfının çıkarını temel alarak yaptı veya yapmadı, gücü yetti ya da yetmedi. Her neyse uzatmaya gerek yok. Anayasa değişikliği, Kürt sorununa getirdiği yaklaşım, yasaklara karşı tutumu gibi ataklar başarılı veya değil. Bildiğimiz şey; başarının sağlanmamasında Ergenekon suç örgütünün faaliyeti, provokasyonlar, Kürt sorunu karşısında savaş yanlısı CHP’nin ve MHP’nin varlığı ve AK Partiyi denetleyecek onu ileriye itecek yani onu aşacak bir sol partinin olmaması nedenler olarak sayılabilir. Bütün bu süreçte AK Parti toplumda bir beklenti yarattı. Bu demokrasi ve adalet beklentisidir. Bu günlerde buna bir de Barış’ı eklersek abartmış olmayız sanırım. Bu beklentiler sende ne yarattı derseniz, şöyle yanıtlarım; AK Parti sosyal demokrat bir parti mi? Ardından, eğer sosyal demokrat parti ise sosyal demokrat bir partiye veya yeni bir sola ihtiyaç var mı? Biraz daha ileri gidip, bir sosyalist olarak böyle bir partinin kurulması sosyalistlerin görevi mi, diye birçok soruyu sürekli kendime sormadım değil doğrusu.

AK Parti'ye ideolojik geleneği açısından ve de işçi sınıfı ile kurduğu bağ açısından bakıldığında sosyal demokrasi ile bir bağı bağdaşığı olmadığını söylemek mümkün. Bu iki açıdan bakıldığında CHP’yi de hiçbir zaman sol veya sosyal demokrat olarak nitelemeyebiliriz de. Ama toplum bir zamanlar sol deyince CHP’yi belledi ve bu memlekette solun adresi olarak gösterilen CHP’ye hoyratça saldırıldığında bile toplumsal desteğini kaybetmediği gibi onu umut olarak dağa taşa yazdı. Çünkü özgürlükçü ve emek yanlısı söyleme sahipti. Sınıf çıkarını gözeten uyanık işçiler bu partinin bürolarını aşındırıyorlardı. Bugün CHP sol içinde görülebilir mi, görülemez tabii. Darbeci özlemleri, Ergenekon suç örgütüne sahip çıkışı son dönemde barış sürecini Silivri kafesinde tutulan Ergenekon canilerinin özgürlüğü için pazarlık koşulları yaratmaya çalışan devletçi bir partiden farksız. AK Parti de sol bir parti değil. Her fırsatta Başbakan muhafazakâr olduğunu, Osmanlı hayranı olduğunu söyler durur. İdeolojik açıdan bu böyle. Demokrasi açısındansa sınıfı geçer not aldığını söylemek mümkün. Ama pekiyi notu vermek zor. Bir memur sendikalarının grevli toplu sözleşme hakkı yıllardır hayata geçirilmedi. Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerine karşı tutumlarında, düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konusunda keza öyle. Daha da uzatılabilinir. Ancak Kemalizm, derin devlet konusunda, askerleri hizaya sokmak açısından başarılı. Biz yıllardır sol bir parti görmediğimiz için AK Parti bize hoş geliyor. Ergenekon suç örgütünün yargılanmasında gösterdikleri kahramanlık, Kemalist cuntacılara karşı verdikleri mücadeleyi, hayranlıkla karşılandığını söyleyebilirim. Bu konular ve diğer birçok demokrasi ve barış lehine yapılacak eylemleri bile desteklenmelidir de. Yine de bu sorunları çözmek için AK parti yeterli değildir. Yeterli olmadığı gözüküyor. Yeni sol bundan gereklidir!

AK Parti değil de sosyal demokrat veya sol bir parti iktidarda olsa ne yapardı, diye kendimize sorduğumuzda yeni bir solun gerekliliği daha çok su yüzüne çıkar. Örneklersek; Kürt sorunu bu denli uzamaz yılan hikâyesine dönmezdi, emek örgütleri daha örgütlü olurdu. Toplumsal adalet daha yerine otururdu. Toplumsal refah daha adaletli paylaşılır en önemlisi de kapitalizmin krizi emekçilerin sırtına değil patronların sırtına yıkılırdı. 12 Eylül cuntasının hazırladığı anayasadan kurtulmuş olurduk. Bütün darbeciler yargılanırdı. Düşünme, örgütlenme özgürlüğü büyük ölçüde sağlanmış olurdu. Ne yazık ki AK Parti iktidarda ve toplumsal sorunlarla karşı karşıya kaldığında sürekli patinaj yapar durumda. Çünkü Kemalistler tarafından kuşatılmış ve sorunların üzerinden gelebilecek ne tarihsel birikime ne’de ideolojik birikime sahip. Gerici muhalefetle cepheden karşılaştığında Yeni Osmanlıcılık sahipleneceği ideolojik argüman oluyor. Biriken sorunları aşamıyor yalnızca zaman yayıp duruma göre ileri veya geri adım atmakta. Bugün çok canlı bir barış havası var ama hükümet hala patinajda ve geri adımın kıyısında. Muhalefette güçlü ve gerçek sol olsaydı bu gün barış konusunda çok ilerde olurduk. Tüm bunlarda dolayı yeni bir sol parti için harekete geçilmelidir. Bu süreci başlatanların yanında yer almak gerekir. Bu sureci ofis ve bürolardan değil sokaklarda düzenlenen kampanyalarla hızlandırılmalıdır. 22 Temmuz seçimlerinde bağımsız adaylar oluşturulan kampanyaların getirdiği ses anımsanmalıdır. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK), Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe, Savaş Karşıtları ve birçok sivil insiyatifin yürüttüğü başarılı kampanyaların önemli bir toplumsal etki yarattıklarını kimse yadsıyamaz. Ancak bu kampanyalar siyasal olarak bir havuzda toplanmalıdır. Yeni sol için yola çıkanlar bu sivil insiyatifleri hesaba katarak süreci hızlandırmalıdırlar.

Bugün toplumsal sorunlara sosyal demokrat veya özgürlükçü sol arayışlar çok rahat yanıt üretebilirler ancak AK Partiyi karşılarına alarak değil onu aşacak bir pozisyon belirlemelidirler. Bütün sıkışmışlık sol ve sosyalistler açısından reform taleplerin ekseninde birleşmek ve bu taleplerin etrafında kitlesel sol partiyi inşa etmek olmalıdır. Sorun bu reform taleplerin peşinden gidebilecek bir siyasal iradenin ortaya çıkarılmasıdır. Bu anlamda Özgürlük Dayanışma Partisi (ÖDP) içinde gelişen süreçte Ufuk Uras’ın aldığı tutum çok önemli ve sahip çıkılması gerekir. ÖDP’nin Ergenekon soruşturması karşısında Ufuk Uras’ın Ergenekon savcılarına ve hükümete verdiği destek eleştirilmişti. Bu tutum sol açısından iç ağlatıcıdır. Uras sosyalist solun bir kanadı tarafından liberallikle suçlandı. Bir diğer kanatta sosyal demokrat parti kurmanın sosyalistlerin görevi olmadığına dair eleştiriler oldu.

Sosyalist hareketin tarihine bakıldığında bu eleştirilerin külliyen saçma olduğu görülür. Troçki'nin, Hitler'e karşı, Alman Sosyal Demokrat Partisi ile Alman Komünist Partisi'nin mücadele birliği için nasıl çırpındığını biliyoruz. Bu birlik sağlanamadığı içindir ki Hitler rahat bir şekilde iktidara gelmişti. Bugün bu birlik sağlanmalıdır. Çünkü hala Ergenekoncular ve onların destekçisi partiler bıçak biliyorlar. Her fırsatta hükümete saldırırlarken aslında bize, demokrasi güçlerine saldırıyorlar. Bu sürece karşı durmak ancak birleşik bir hat oluşturmaktan geçiyor. Klasik anlamda parti disiplinin uygulandığı, tek bir ideolojinin temel alındığı parti anlayışıyla yapılamaz. Böyle bir fikir birliği iş yapamadan ayrılmayı getirir. Temel sorunlar belli. Demokrasi ve derin devlet, yeni bir anayasa, barış, çevre sorunu, kadın sorunu gibi temel konularda fikirliği sağlanmalıdır. Troçki bunu eylem birliği ve seçim birliği olarak düşünmüştü. Çünkü birlik istediği iki partide büyük ve kitleseldiler. Oysa bizde öyle güçlü parti yok. Yani biz bize kaldık. Küçüğüz, diye de kimse endişe etmesin. Bu avantaja çevrilebilinir. İsterseniz kentte küçük bir otomobille her sokağa girip-çıkabilir, ayak basmadık yer bırakmayabilirsiniz. Toplum solla bütünleşebilir duyarlılıktadır. Boşuna AK Parti üç dönemdir geniş kitlelerce desteklenmiyor. Toplumun vardır bir bildiği, sol bunu yeni öğreniyor ne yazık ki. Arabamız küçük olabilir, en azından hantal bir arabayla yola çıkmamış olacak sol. Gündemi sürekli değişen memleketimizde böyle bir kıvraklık avantaj sağlar sanırım. Bu da sola daha çok iş ve örgütlenme olanağı sağlar. Sol buradan büyür. Önümüzdeki 1 Eylül Dünya Barış Günü bunun başlangıcı olsun. Ama salt AK Partiye karşı bir sol olarak değil; demokrasi, adalet ve barış yolunda yeni bir sol için sokağa çıkılmalıdır. AK Partiyi aşan kitlesel bir sol için!

Çarşamba, Ağustos 26 0 yorum

Türk devletinin Kürt halkıyla yürüttüğü kirli savaşın sonuna yaklaştığımız artık ayan beyan ortadadır. Barış koşulları her yerde konuşulmaya başlandı. Bu süreci belirleyecek güç Kürt halkının kendisi, onun siyasi temsilcileridir. Türk solu bu sürece Kürt halkının talepleri doğrultusunda destek sunmalıdır. Ancak Türk solu ve sosyalistleri Ak Parti hükümetini şeriatçı olarak değerlendirdiğinden dolayı barış surecine kuşkuyla yaklaşmaktadır.

Türk solunun bu süreçte tutuk olması Ak Parti hükümetini geriye doğru savurmaktadır. Başbakan ‘Kürt açılımı’, ‘Anneler ağlamasın artık’ söylemini ‘Milli birlik’ olarak yeniden adlandırmaya başladı. Bunun nedeninin ırkçı MHP ve sözde solcu geçinen CHP’nin gerici muhalefeti olduğu görülmelidir. Bu gerici muhalefet ne kadar yaygara koparmaya çalışsa da bu süreci engelleyemeyecektir. Ancak süreci geciktirmeye ve baltalamaya çalışarak barış sürecini "batı"da hissettirmemeye çalışacaklardır. Bunu başarırlarsa tabanlarını ve toplumsal desteklerini büyütebileceklerdir.

Türk solu biraz akıllı davransa, bugün önemli bir toplumsal ve siyasi güç olabilir. Bu ‘demokratikleşme’ sürecinin barış süreci olduğunu algılayıp HÜKÜMETE DEĞİL BARIŞA DESTEK, diyerek gerici ve ırkçı muhalefete karşı çıkarak sokakta varolmaya çalışsa bugün hükümeti çok daha ileri düzeye taşıyabilirdi. Çünkü hükümetin toplumsal desteği, tabanı demokrasi, barış özlemiyle dolu. Dolayısıyla böyle bir taban karşısında bir parti gericiliğe düşmez. Düşerse ırkçı MHP ve devletçi CHP’den farksızlaşır ki Ak Parti böyle bir parti değil. Ak Parti Türk sermayesinin temsilcisidir. Ancak kendi sınıfının demokratik özlemlerini de içinde barındırdığı gözden kaçırılmamalıdır. Bundan dolayı MHP ve CHP’ye benzemiyor.

Barış sürecine destek hükümete destek anlamını taşımaz. Çünkü barış yukardan, hükümet tarafından gelen bir istek değildir. Barış isteği Öcalan’ın yakalanmasından sonra Kürt halkının genel talebi oldu. Bu talep on yılı aşkın bir zamandır dillendiriliyordu. Nihayet hükümet ve devlet bu çağrıya gönülsüz olsa da yanıt vermiştir. Asıl mesele bundan sonra başlıyor. Kürt halkı kendi barış taleplerini ardı ardına sıralıyor, yani hükümetten önce kendi taleplerini masanın üzerine bırakmış durumdadır. Türk solu bu talepleri mi destekleyecek yoksa barış karşısında tutum alan MHP ve CHP’nin yanında mı tutum alacaktır? Bütün mesele budur.


Türk solu, 500 milyar doların anlamsız bir savaş için nasıl harcandığını ve bu kirli savaşın sonucunda Ergenekon gibi cinayet şebekelerinin nasıl beslendiğini ve 18 bin faili meçhulü düşünsün. Türk solu yıllardır demokrasi talebi diyerek aşındırdığı yollara sorsun, her sokağa çıktığında azgınca üzerine gelen devlet güçlerini düşünsün. Bütün bunlar acaba demokrasinin eksikliğinden kaynaklanmıyor mu? Biraz düşünülse, biraz Ergenekonculuktan, biraz Kemalistlikten uzak durulsa bugün barışa hükümetten daha fazla sahip çıkacak ve sol toplum karşısında kaybettiği popülerliği yakalayacak.

Bu tarihsel süreçte Türk solu barışın yanında tutum aldığında Kürt halkı kazanacaktır. Pek tabi Türk işçi ve emekçisi de kazanacaktır. Özelleştirmeler karşısında yenilen işçi sınıfı kendine güven kazanacaktır. Kürt halkı kazandığında kamu emekçilerinin özgüveni gelişecek ve toplu sözleşmeli sendikal haklarını kazanacaktır. Barışın kazanması Türk solunun, Kürt solunun yani toplumun kazanması anlamına gelecek. Bakın sendikalar biraz ses çıkardı barış süreci genel demokrasi taleplerini kapsadı. Demek ki Türk solu ve sosyalistleri biraz kımıldayıp yüklenseler koca bir dünya kazanacaklar!

Cumartesi, Ağustos 22 0 yorum

Nihayet hükümet yaklaşık otuz yıldır yürütülen kirli savaştan yana olmadığını açıkça ilan etti. Türk devleti ve hükümeti seksen yıllık hakim ideolojisini sorgulamaya başladı. Bunu 'Kürt açılımı', 'demokratik açılım' veya 'Milli birlik projesi' olarak ortaya koymaya çalışıyor. Bu süreç nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, belli ki yürütülen resmi siyaset fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Dolaysıyla Türk siyaseti ve egemen sermaye yeni bir döneme doğru yönelmeye çabalıyor. Bu süreci zorlayan unsur en başta mücadele eden Kürt halkı ve onun siyasi önderliğinin yılmadan verdiği mücadele ve direnişçi ruhudur.

Türk solunun geniş kesmi ne yazık ki bu sürecin uluslararası güçlerin direktifi ile başladığını söylemektedir. Ergenekon sürecinde aldıkları tutumun bir benzerini bu barış surecinde de almaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla barış sürecinin engelleyiciliğine, takoz koyuculuğa hatta bir zamanlar hasım gördükleri ırkçı MHP'nin yanında yer almaya savrulmuşlardır. Cumhuriyet mitingleri ile beraber bu sol sol olmaktan çıkmıştı, dolaysıyla bu sözde soldan söz etmek pek anlamlı olmasa gerek. Sosyalist solun bir kesimi de Kürtlere akıl verir bir tutumu benimseyerek sürecin çeperinde gezinmektedir. Oysa durum çok açık; halklar barış istyor ve hemen, şimdi, gecikmeden barış istiyor. Bunun nasıl olacağına savaşan taraflar karar verecektir. Bu barış sürecinin başarıya ulaşması, Kürt halkının kazançlı çıkması Türk solunun en acil ve vazgeçilmez görevi olmalıdır. Türk solu bu sürece destek olmalıdır. Hükümetin barış sürecinde ayağını sürçmesini eleştirmeli ve bir an önce masaya oturtmaya çalışmalıdır. Nasıl Ergenekon sürecinde hükümeti denetliyorsa, barış sürecinde de denetlemelidir. Toplumsal duyarlılığı artırmaya çabalamalıdır.
Türk solu bu sürece doğru yaklaşırsa otuz yıllık yürütülen bu kirli savaşta oluşturulan milliyetçilik kırılabilir. Eğer bu süreçte Türk solu ve sosyalistleri Ergenekon sürecinde aldıkları 'bana neci' tutumu takınırlarsa Ak Parti'nin oluşturmaya çalıştığı mavi milliyetçiliğin kanalına kitlelerin akması engellenemez olur. Ha bu iyi mi olur, valla bir sosyalist olarak söylersem, iyi olmaz. Çünkü yeni bir dünyanın kurulmasının ancak dünya işçi sınıfı ve özgür halklarla olabileceğine inanmaktayım. Hiç bir milliyetçi ideoloji ile yola çıkılarak yeni bir dünya kurulamaz. Sosyalizm de kurulamaz ki bunun hezimetine çok yakın dönemde hepimiz tanık olduk. Bundan dolayı bu süreçte hükümeti koşulsuz barış sürecine zorlamak kendini sosyalist olarak niteleyen herkesin görevidir.

Unutmayalım Ak Parti ardı ardına gelen krizlerden bıkan emekçi kesimlerden aldığı destekle bugüne geldi. Yaklaşık yedi yıllık iktidar sürecini de her geçen gün pekiştirmektedir. Keşke bu süreçte Türk sosyal demokrasisi belirleyici olsaydı ama nerede... Türk sosyal demokratları cuntacılık, ergenekoncuların avukatlığı veya Kemalizmden medet ummaktan başka birşey yapmıyor ki! Gerçek bir sosyal demokrat anlayış olsa, yani bizim sahtekar sosyal demokratlar olmasalar, bugün bu süreç onların insiyatifiyle yürüyecekti. Pek tabi benim ve benim gibi düşünen sosyalistlerin daha çok işine gelecekti. Çünkü, sosyal demokrat işçi ve emekçiyi sosyalist saflara katmak, sosyalist fikirlerin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak daha kolay olacaktı.

Oysa şimdi, liberal demokrat bir sermaye partisinin yakaladığı toplumsal önderliğe alternatif olmak daha zahmetli. Yine de buna şükretmiyor değilim. Hasbelkader Cumhuriyet Mitinglerinin sonucunda bizim nadide sosyal demokrat CHP iktidara gelseydi ne olacaktı halimiz, düşünmemek daha iyi!

Barış süreci artık geri dönülmeyecek evreye girdi. Unutmayalım Kürt halkının karşısında egemen sınıfın temsilcisi Ak Parti var. AK Parti bu süreçte Türk sermayasinin ihtiyaçlarına öncelik tanıyacaktır. Türk sosyalistlerinin böyle bir önceliği yoktur. Bizim önceliğimiz işçilerin ve emekçilerin çıkarıdır. Bu barış süreciyle birlikte demokratik kazanımlar elde etmenin yolunu aramalıyız. Demokratik bir anayasanın hazırlanması ve Kürt siyasi temsilcilerin taleplerinin koşulsuz olarak sağlanması için mücadele etmeliyiz. Eğer hala solcu ve sosyalistsek.

Çarşamba, Ağustos 19 0 yorum

Yaşanan bir kaç yılı siyasi açıdan siyasi gerilimlerle geçirmiştik. Cumhuriyet mitingleri, bir çok askeri darbe teşebüsü, Ergenekon soruşturması v.b bir çok gerici hamlelerle karşılaşmıştık. Mart ayına geldiğimizde de küresel krizin etkisinin hemen ardından yapılan yerel seçimler tahmin edilen sonuçları ortaya koydu. Her ne kadar yerel seçim yapılmasına karşı 29 Mart seçimleri genel siyasi ortamda geçtiği ve sonuçlarının da bu eksende değerlendirilmesi gerekir.

AKP'nin aldığı oy önceki genel seçimler ve yerel seçimler ile karşılaştığında gücünden az da olsa bir kan kaybına uğradığı söylenebilinir. AKP'nin liberal ekonomik ve siyasal açılımları toplumsal zenginliğin paylaşımında adaletsizliği artırması, DTP'yi dışlayarak Kürt sorununda belirli açılım hamleleri toplumsal desteğinin azalmasına neden olmuşur. Ayrıca sahil kent ve beldelerde siyasi açıdan silinmesi de CHP'nin laik-antilaik siyaseti karşısında tutunaması anlamına geliyor. Artık AKP merkez sağda konumlanan liberal bir partidir. Sadet Partisi'nin aldığı oy göz önünde tutulduğunda geneleksel siyasal islam tabanın SP'ne kaydığı bu seçimlerde görülür.
CHP ise Türkiye genelinde aldığı oy açısından başarısız bir muhalefet örneği gösterdiği söylenebilinir. Yalnızca İstanbul belediye başkanlığı için öne çıkartılan K. Kılıçlaroğlu sayesinde oy oranını artırmış olduğu görülür. Kılıçlaroğlu, CHP'nin terk ettiği sol sembolik aday olarak kampanyalarını yürütmüş ve de belirli ölçüde başarılı olmuştur. Kentin varoşlarına yaklaşımı, sosyal belediyecilik vurgusu ve yolsuzluklarla ilgili ortaya serdikleri Kılıçlaroğlunun toplumsal desteğini az da olsa belirli ölçüde artırmıştır. Ancak Kılıçlaroğlunun aldığı oyun hatırı sayılır bölümünü de MHP seçmeninden aldığı görülmelidir. Son dört-beş yıldır yapılan seçimlede MHP ve CHP tabanı aralarında hangisi güçlüyse ona seçim desteğini sunmaktadır. MHP'nin bir önceki genel seçimler dikkate alındığında, aldığı belediye başkanlıkları ve genel il meclis oylarına bakıldığında İstanbul'da MHP'yi başarısız olduğu söylenebilir. Oysa MHP seçmeni Kılıçlaroğluna desteğini sunmuştur. Kılıçlaroğlu'nun aldığı destek Cumhuriyet mitingleri oluşan kızıl-elma koalisyonun siyasal karşılığı olduğu gözlenir.
MHP son sekiz yıl içerisinde hızla oyunu yükseltiği gibi Türk siyasetinde tedirgin edici bir yörüngeye oturduğu bu seçimlerle birlikte ortaya çıktı. MHP'nin geleneksel Orataanadolu oylarını yeniden kazanması Türkiye genelinde aldığı destek Türk siyaseti açısından tedirgin edicidir. Kürt düşmanlığı, ergenekon sürecindeki tutumu ve demokrasi karşıtlığı özellikleri dikkate alındığında bu tedirginlik sanırım küçünsenmeyecektir. AKP' nin DTP'yi dışlayarak Kürt sorununda Ankara bazlı açılımları aslında Kürt sorununda ayak sürçtüğü olarak algılanmalıdır. Bu da siyasetin merkezinde Kür-Türk karşıtlığı olarak oturmaktadır. Kürt sorununda zaman kaybetmek MHP'nin oylarını daha da artırmak, ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor.
DTP açısından 29 Mart seçimleri bir başarı olarak algılanmalıdır. Kürt sorununda çözümün tek muhatabı olduklarını bir kez daha kanıtlamışlarıdr. DTP'nin Türkiye genelinde bir alternatif olması Kürt sorunun çözümüne ve Türk solu, sosyalistlerin tutumuna bağlıdır. Kürt halkının batı illerinde orta ve alt sınıfların üyeleri olarak görüldüğünde siyasal eğilimlerinin AKP ve ya CHP olduğu gözlemlenir. CHP olan eğilimin nedeni alevi oluşarı ve AKP'nin alevi açılımında yetersiz olmasından kaynaklanır. Batıda yaşayan Kürtlerin bir kısmı da AKP'yi desteklemektedir. Bunun nedeni de AKP'nin resmi Ankara yaklaşımının dışında kürt sorununa getirdiği açılımlardır. Ayrıca DTP'nin batıda emek eksenli siyaset vurgusunun da eksikliği Kürtlerin bir kısmının diğer partilere yöneldiği gözlemlenir.
Bu kısa siyasi değerlendirmelerin ardından Türk solu hakkında birkaç şey değerlendirebiliriz artık. Türk solu kemalizm ile olan bağı ve AKP'nin 'şeriatçı' olarak algılanması sonucunda Türk soluyla alakadarı olmayan CHP'nin kuyruğuna takıldığı görülür. Büyük kentlerdeki seçim propagandası baz alındığında bunu gözlemek olası. Türk solu henüz kendine olan güveni kazanamadığından hala CHP'nin kuyruğuna takılmış durumdadır. Türk solunun sendika düzeyinde organik bağı gözlemlendiğinde işçi snıfı içerisinde önemli bir örgütlenme düzeyi söz konusudur. Gerek Türk-iş, gerek DİSK ve KESK bu bağın gücünü ortaya koyar.
Bu seçimlerde en önemli sonuç olarak şu söylenmelidir; kemalizm düşmanlığı, şeriat düşmanlığı öne çıkarılarak Türk solu siyasal bir güç ve alternatif olma olasılığını taşımıyor. Çünkü solun kazanması gereken kitle CHP tabanı, kemalizmle bağını koparamamış sosyalist partilerin tabanı, AKP tabanın ve küreselleşme karşıtı oluşturulan çeşitli küçük örgütlenmelerdir. Sol başka bir yerde inşa edilemez. Bu öneriyi sunarken CHP ile ortak eylemler içinde konumlanalım demek istemiyorum. Ama CHP'li sendikalara gidilmeden, alevi derneklerine gidilmeden de onlarala tartışmadan sol bir alternatif oluşturulamaz. Ancak sol alternatif CHP partisinden bağımsız düşünülmelidir. Küçük bir örnek vermek gerekirse; bir kasbada belediye baskanlığı için sol CHP'yi desteklese ve belediye baskanlığı kazanılsa ki bunun bir çok örneği vardır, sonuç olarak ne deyişecektir? Siz bu belediye ile ne yapabilirsiniz? Kemalizmin, milliyetçiliğin, kürt düşmanlığının, islami fobinin bu denli işlendiği bir yerde ne yapılır, çok çok bir kaç çay ocağı veya çay bahçesi işletmesi elde etmekten başka hiç bir şey olmaz.

Solun ulaşması gereken kitlenin dağınıklığını ortadan kaldıracak olan ortak mücadele çağrısıdır. Bu yapılmadığı sürece solun alternatif olması söz konusu değildir. Yoksulluk ve yolsuzluk siyaseti Kemal Kılıçlaroğluna belirli bir oy kazandırığı göz önünde bulundurulursa solun, gerçek solun öne çıkarması gereken sorunlar apaçık ortadadır. Gündelik siyasi talepler Türk solunun alternatif olması için olmazsa olmaz taleplerdir. Bu talepler siyasi bir parti olmadan da hayata geçirilmesi solu pek güçlendirmez. Nedeni de küçük sol partilerin parti anlayışları ve kendi partilerinin çıkarını genel solun çıkarlarının karşısında görmelerinden kaynaklanır. Peki ne yapılmalıdır?
Öncelikler dağınık sol kitleyi bir araya getirilmelidir. Bu bir araçla olunur. Yalnızca kampanyalarla bu sağlanmaz. Yeni bir parti talebi hem kampanyaları hem de birlikteliği artıracaktır. Partileşme süreci ayrıca bir disiplin sağlayacak ve ortak eylemlikleri önceliyecektir. 29 Mart yerel seçileri sol ve sosyalistlerin kendi bölgelerinde CHP kuyrukçuluğuna savrulmaları bu dağınıklığın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Partileşme süreci somut gündelik talepleri etrafında olmalıdır. Bu partileşme aynı zamanda Kürt hareketi ile de bağımızı güçlendirecektir. Türk solunun önceden tartıştığı çatı partisi gibi bir çok girişim sonuçsuz kalmıştı.

Bu yeni dönemde eylem birliğini ortaya koyan bir parti girişimi kampanyalar ekseninde tekrar denenmelidir. Bu süreç sendikalar, meslek örgütleri başta olmak üzere bir çok siyasi gurup ve partiyi kapsamalıdır. Acil sorunlar öne çıkarılarak bu süreç bir kampanya havasıyla sağlanabilinir. Öncelikle ergenekon sürecinde tavizsiz, sonuç alıcı kampanyalar düzenlenmelidir, ergenekoncu cinayet örgütünü sol sokakta yargılamalıdır, Kürt sorununda DTP ile oratak eylemler düzenlemelidir, küresel kriz karşısında ortak mücadele bayrağı yükseltilmelidir, Yolsuzluklar üzerine kampanyalar örgütlenmelidir ve demokrasi talebi öne çıkarılmalıdır. Bu eksende bir eylem partisi şekillendirlilebilinir ve de sol siyasi anlamda alternatif olabilir.

Sosyalistler eğer sözüne ettiğim partileşme süreci içinde olabilirlerse demokrasi, militarizm, derin devlet, kemalizmi, kürt sorunu, sosyalizm, çevre sorunu, devrim- reform ve kadın sorununu gibi temel konu başlıklarını geniş kitlelerle tartışabilirler ve sosyalistlerin yitirdikleri prestiji kitlelerin önünde yeniden kazanabilirler. Hatta siyasette belirleyici konuma da gelebilirler. Pek tabi bu, sol sendikacıların bürolarda oturmaktan ve yirimi kişiliklik sol ve sosyalist pati guruplarının bürolarda birbirlerine şov niteliğinde yaptıkları tartışma toplantılardan sıkılmalarıyla olacak şeydir.

Cumartesi, Nisan 4 0 yorum

bu tartışma hayra alamet mi, çok bilmiyorum. show'da celal şengör var şu an ( 20.03.09 saat:02.10). savunamıyor da gerzek herif. marksizme takmış çünkü. hatta, marks'ın "insanlar doğayı değiştirmek istediler" falan dediğini ileri sürüyor, 11. tezi götünden okuyarak. sözümona marsist ülkeleri dolaşmış, görmüş. neyse ben, cevaplara geleyim. bu notlarda yaratılışçıların safsatalarına verilmiş çeşitli yanıtları okuyun.

1- “Evrim Teorisi termodinamiğin ikinci yasasıyla zıttır.”
Bu iddia tamamen yanlıştır. Termodinamiğin ikinci yasası ancak idealize edilmiş “kapalı sistem”lere uygulanabilir, oysa dünya kapalı bir sistem değildir.

2- “İnsan maymundan evrimleşseydi dünyada maymun kalmazdı.”
Bu iddia yaratılışçıların evrim teorisi hakkındaki bilgisizliğini ortaya koyar. Evrim teorisi yalnızca insanların kökenine dair bir teori değildir. Tüm doğanın, dünyanın ve evrenin gelişimiyle ilgilidir. İnsana ilişkin olarak ise, evrim teorisi, insanın maymundan evrimleştiğini değil, maymunlarla insanların ortak bir atadan geldiğini söyler.

3- “Evrim teorisi sadece bir kuramdır.”

Bu tamamen konu dışı bir iddiadır. Bilimde birçok kuram vardır ve hepsi olguları daha doğru, kapsamlı ve daha ileri bir teori geliştirilinceye kadar geçerli kabul edilmektedir, hatta dünyanın güneş çevresinde döndüğü bile %100 kanıtlanamamıştır. Yaratılışçıların birçok kuramı kabul ederlerken bu kuramı reddetmeleri gayet doğaldır.

4- “Doğal seçilim dairesel muhakemeye dayanır. Yani iyi uyum sağlayan hayatta kalır ve hayatta kalanların iyi uyum sağladığı farz edilir.”
Doğal seçilimin günlük konuşma dilindeki açıklaması, iyi uyum sağlayanın hayatta kalabilmesi şeklindedir. Ancak teknik açıklamasına göre doğal seçilim, farklı hızlarda üreme ve hayatta kalma kavramlarını içerir. Ayrıca evrimin sadece doğal seçilime dayandığını iddia etmek evrim hakkındaki birçok bilgiyi görmezden gelmektir.

5- “Evrim bilimsel değildir, çünkü doğrulanamaz veya yalanlanamaz. Ayrıca gözlenemeyen veya yeniden yaratılamayan olaylarla ilgilidir.”
Bu iddia evrimi iki ana parçaya bölen farklılığı göz ardı ediyor. Bunlar makroevrim ve mikroevrimdir. Mikroevrim bir türün zaman içinde gösterdiği değişiklik ile ilgilidir. Makroevrim, tür düzeyinin üzerindeki taksonomik (sınıflandırma ilmi ile ilgili) grupların değişimini inceler. Bunun kanıtları fosil kayıtları ve DNA karşılaştırmalarından elde edilir.

6- “Bilim adamları zaman geçtikçe evrim gerçeğinin doğruluğundan şüphe etmeye başladılar.”
Bu iddia asılsızdır. çünkü yapılan anketler ve haberlerde böyle kayıtlar rastlanmadı, elbette şüphe edenler vardır ki bunlar baştan beri vardı. Yani sonradan aralarına katılanların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.

7- “Evrim biyologları arasındaki görüş farklılıkları, evrimin somut bilimsel temellere dayanmadığının en belirgin göstergesidir.”
Bu olay her bilim dalında her teori üzerinde yaşanan gayet normal bir olaydır. Bilim adamları tartışmalı ki yeni bilgiler ortaya çıkabilsin.

8- “Dünya üzerinde yaşamın bir yaratıcı olmadan ortaya çıkma ihtimali sıfırdır. çünkü dünyanın o zamanki atmosferi buna uygun değildir.”
Bu iddiayı iki yönden cevaplayalım: a) Yaşamın bir yaratıcı olmadan bir anda ortaya çıkma ihtimali gerçekten sıfırdır. Fakat yaşamın ortaya çıkışı bir anda olmamıştır. Yüz milyonlarca yıl süren bir süreçtir. b) dünyanın o zamanki atmosferi hidrojence zengin yani yaşama dosttur (bkz. Bilim ve teknik dergisi, mayıs 2005).

9- “Mutasyonlar evrim kuramı için gereklidir, ancak mutasyonlar yalnızca varolan özellikleri yok eder; yeni özellikler yaratmaz.”
Tam tersi, biyoloji “nokta mutasyonlar” (organizmanın DNA’sındaki noktasal değişimler) yoluyla oluşan pek çok özelliği ortaya döker. Antibiyotiklerin bakterilere karşı direnç kazanması buna bir örnektir.
Ayrıca moleküler biyoloji, nokta mutasyonların ötesine geçen genetik değişiklik mekanizmalarını keşfetmiştir. Bu mekanizmalar yeni özelliklerin oluşması için yeni yollar açar. Genlerin içindeki işlevsel modüller yepyeni biçimlerde birbiriyle birleşir. Bütün genler rastlantısal olarak organizmanın DNA’sının üzerinde kopyalanır ve bu kopyalar yeni, karmaşık özellikler için özgürce harekete geçer.
Değişik organizmalardan alınan DNA’ların karşılaştırılması sonucu, bir kan proteini türü olan globinlerin milyonlarca yıllık evrimini gözler önüne serer.

10- “Bugüne dek kimse yeni bir türün evrimleştiğine tanık olmamıştır.”
Oluşum aşamasında yeni bir türü tanımak zordur, çünkü biyologlar bir türün nasıl en iyi şekilde tanımlanacağı konusunda görüş birliğine varamazlar. En yaygın tanım Mayr’ın Biyolojik Tür Kavramıdır. Buna göre tür, üreme açısından izole edilmiş farklı bir popülasyondur. Bu bağlamda bu türün bireyleri kendi topluluklarının dışında üreyemez. Pratik açıdan bu standardın, mesafe, arazi yapısı veya bitki örtüsü nedeniyle izole edilmiş organizmalara uygulanması zordur. Dolayısıyla biyologlar, bir türün bireylerini tanımak için organizmaların fiziksel ve davranışsal özelliklerinden yararlanırlar.
Yine de bilimsel literatür solucan, böcek ve bitkilerde bazı türlerin oluşumuna ilişkin raporlara yer verir. Bu deneylerin pek çoğunda araştırmacılar organizmaları değişik tipte seleksiyona tabi tuttu ve sonucunda bu popülasyonların, dışardakilerle çiftleşmediğini keşfetti.

11- “Evrimciler geçiş dönemine ait herhangi bir fosili bulup çıkartamamıştır. örneğin yarı sürüngen, yarı kuş gibi...”
Bu tamamen asılsız bir iddiadır. Herhangi bir dergi veya gazeteyi okusanız bu fosiller hakkındaki haberleri ve resimleri görebilirsiniz. İnsanın evrimiyle ilgili binlerce fosil bulunmuştur. Bunun dışında Archaeopteryx adlı bir fosil vardır ki en ünlüsüdür. Bu fosil kuşlara özgü tüy ve iskelet yapısına sahipken aynı zamanda dinozor özellikleri de sergiler.

12- “Canlılar son derece karmaşık bir yapıya sahiptir -anatomik, selüler ve moleküler düzeyde-. Bu yapı daha az karmaşık olsaydı çalışamazdı. Bu da şu anlama gelmektedir. Böyle bir yapı ancak akıllı bir tasarım sonucu oluşur, evrim sonucu değil.”
Bu tasarım konusu yaratılışçıların en fazla üzerinde durduğu tartışmadır ve en eskisidir. 1802 yılında teolog William Paley şöyle yazıyordu: “Eğer tarlada bir saat bulursanız, ilk aklınıza gelen bunu birinin düşürmüş olduğu olasılığıdır; doğal güçlerin bunu orada ürettiğini düşünmezsiniz. Bu benzerlikten yola çıkarsak, canlıların karmaşık yapılarından dolayı doğrudan, kutsal bir iradenin eseri olduğunu anlarız.”
Paley’in bu iddiasına karşı Darwin “On the Origin of Species-Türlerin Kökeni” isimli eserini yazarak, seçilimin ve doğal güçlerin zaman içinde evrimi nasıl şekillendirdiğini açıkladı.
Yaratılışçılar onlarca yıldır Darwin’in görüşlerini çürütmek için göz örneğini öne sürüyor. Yaratılışçılara göre gözün evrimleşmesi olanaksızdır. Gözün görüntü yaratma becerisi parçalarının mükemmel düzeninden kaynaklanır. Dolayısıyla doğal seçilim gözün evrimi sırasında geçireceği ara dönemlere izin veremez. Yarım bir göz zaten işlev yapamaz.
Böyle bir eleştiriyi önceden tahmin eden Darwin, “tamamlanmamış” bir gözün de, tamamlanmış göz kadar olmasa da en azından yararlı olacağını iddia ediyordu; örneğin canlı ışığa doğru yol alabilir.
Biyoloji Darwin’in haklılığını daha sonra ortaya çıkarttı. Bilim adamları hayvanlar aleminde ilkel gözlerin ve ışığa-duyarlı organların olduğunu kanıtladı.
Akıllı-tasarım fikrini savunanlar bugün öncekilerden daha zekice sorular soruyorlar. Ancak yine de tartışma ve hedeflerinde bir değişiklik görülmüyor.

13- “Son araştırmalar, mikroskobik düzeyde bile, yaşamın evrim sonucu ulaşamayacağı kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu kanıtlıyor. “
Dembski’nin bu iddiası bilim adamlarınca çeşitli yönlerden çürütüldü. Santa Fe Enstitüsü’nden bilim adamları basit, yönlendirilmemiş süreçlerin inanılmayacak düzeyde karmaşık şekiller oluşturabileceğini kanıtladılar. Organizmalarda görülen karmaşık yapıların bazıları, dolayısıyla, henüz bilemediğimiz bir nedene bağlı olarak, doğal fenomenler sonucu oluşabilir. Ancak bu, karmaşanın doğal olarak ortaya çıkamayacağı anlamına gelmez.
Ayrıca açıklayamadığınız her noktada tanrı fikrini ortaya atarsanız bilim ilerlemez. Newton’a “dalından kopan bir elma neden yere düşer?” diye sorduklarında “hikmet-i hüda” deseydi yer çekimini yasalaştıramaz, bilimin ilerleyişi yavaşlardı. Açıklanamayan her şeyi idealistler gibi tek bir sözcükle geçiştirmemeli, tam tersine üstüne gitmeliyiz.

14- “Canlıların değişebilme için genlerinin de değişmesi gerekir ki böyle bir değişme yoktur.”
Aslında böyle bir değişim vardır. Genlerdeki milyonlarca süren nicel değişimler bir nitel değişime sebep olur. Bu değişim türün değişmesidir.

15- “Evrimin Teorisinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışan deneyler başarısız olmuştur. Yani hiçbir şeyin yaratıcısız olmayacağı kanıtlanmıştır.”
Burada sözü geçen deney Miller deneyidir. Miller bir kabın içinde bir atmosfer oluşturmuş ve bir hafta boyunca yaşamın oluşmasını beklemiş ve hatta deneye bazı hileler karıştırmıştır fakat kabın içinde yaşam oluşmamıştır. çünkü Miller yanlış bir atmosfer oluşturmuştur. Bundan daha önemlisi ise daha önce dediğimiz gibi yaşamın ortaya çıkışı milyonlarca yıllık bir süreçtir. Yaşam bir haftada oluşturulamaz ve milyonlarca yıl sürecek deneyler de yapılamaz. Ayrıca Miçurin deneyi türlerin değişebileceğini ortaya koymuştur. Bunun dışında günümüzde inorganik maddelerden canlı yapma deneyleri yapılmaktadır ve bu deneyler başarıyla yürütülmektedir. Bu canlılar evrim bile geçirebilecek yapıdadırlar.

16- “Yaşamın doğada cansız maddelerden ortaya çıkması biyolojinin hayat hayattan gelir ilkesine aykırıdır.”
Az önce dediğimiz gibi cansız maddelerden canlı varlıklar çıkabileceğini gösteren deneyler başarıyla yürütülmektedir.

bağcık

Perşembe, Mart 19 0 yorum

Başkasının günlüğünü okumak hiç bu kadar keyifli olmamıştı. ‘Sivil’ darbe günlüğünü buradan okuyabilir, daha birkaç yıl önce nasıl bir darbe tehlikesiyle karşılaştığımızı görebilir, ve/dahi kendini ‘cumhuriyetçi, tehlikenin farkındacı’ gösterip, ‘iran olacağız’ diye topluma paranoya yayanların aslında ülkeyi haiti yapmak istediklerini daha iyi anlayabilirsiniz.

tübitak, yani türkiye bilimsel ve teknik araştırma kurumu’nun, türkiye'nin en üstteki bilim kurumunun senelerdir yayın hayatını sürdüren “bilim & teknik” dergisi hükümetin politikaları doğrultusunda yayın hayatını farklı kulvarlarda sürdürmeye başladı. öyle ki, evrim teorisi'nin sahibi darwin'in kapak olduğu mart sayısında, kapak ve içerideki 15 sayfa üst yönetim tarafından sansüre uğradı. gerzek badem bıyıklıların işgal ettiği tübitak'ın bu efsanevi dergisinin yayın yönetmeni dr. çiğdem atakuman ise görevinden alındı!

şimdi bu habere bakınca, ne görüyorsunuz? "bir kale daha çöktü" edası var öyle değil mi? peki bizlere bu uyarıları yapanlar, tübitak da elden gidiyor diye döşenenler, dövünenler, medyalarında, köşelerinde bilimi ne kadar rehber edindiler bugüne dek? insanın doğa yapısı bir varlık olduğunu, bu anlamda islam'ın fasa fiso olduğunu hangisi savundu?



bağcık

Çarşamba, Mart 11 0 yorum

şimdi ben size yorumsuzca aşağıdaki resmi sunuyorum. avusturya'dan bir resim bu, viyana belediyesi'nden. "çokdilli belediyecilik" uğrunda, onca belediye başkanına kürtçeyi kullanmaktan dolayı "bölücülük"ten dava açılmış dtp diye bir parti var bu memlekette. bakın ama, resmi büyütün, viyana'da neler oluyor...


ahmet türk, parti grubu toplantısında, pek çok yasada, siyasi partiler yasası, seçim yasası, nüfus kanunu, mahalli idareler kanunu, ticaret kanunu gibi onlarca kanunda hala yasaklı dillerden sözedilmektedir diyor. ekliyor: bu çağda hala bir dilin yasaklı olması utancından türkiye kendini kurtarmalıdır!
dtp eşbaşkanı türk, yerel yönetimler gibi alanlarda kürtçe üzerindeki yasakların kalkması taleplerinin son derece gerçekçi ve insani olduğunu duyuruyor. çok da hakim olamadığı o türkçesiyle bile ne güzel anlatıyor.

Cumartesi, Şubat 28 0 yorum

veli küçük de hastaneye sevk edildi. içeride hiç general kalmadı!

Cuma, Şubat 27 0 yorum

emekçilerin, ezilenlerin, ayrımcılığa uğrayanların, yoksulların, gençlerin, azınlıkların, kadınların, anti-kapitalistlerin istanbul büyükşehir belediye başkan adayı akın birdal mail grubu kuruldu.

aşağıdaki linke tıklayarak üye olabilirsiniz:
http://groups.google.com/group/akinbirdal/

Çarşamba, Şubat 25 0 yorum

üç ay önce yunan polisinin gözünü kırpmadan öldürdüğü 15 yaşındaki alexandros hatırımızda mı şimdi? yunanistan'ı kavuran isyan dalgasının nedenini anımsıyor muyuz? ne çok şey söylendi, nasıl da korktu egemenler o vakit. alexandros kardeşi ve kapitalizmin her yerde vicdansız, her yerde adaletsiz, her yerde katil olduğunu unutmamak gerek...

etö'den tutuklu paşaların gata'ya sevkleri ve ardından tahliye ediliverilmeleri, kütahya simav cezaevindeki üç mahkumun klibine ilham kaynağı olmuş.

Anti-NATO Gösterileri Uluslararası Aktivist Konferansı Raporu/Çağrı Metni
14-15 Şubat -Strazburg

1-5 Nisan'da NATO'nun 60. yılı dolayısıyla yapılacak olan anti-NATO zirvesine hazırlanmak amacıyla Marc Bloch Üniversitesi'nde bir aktivist konferansı gerçekleştirildi. Konferansa "Savaşa Hayır-NATO'ya Hayır" koordinasyonunun davetlisi olarak 19 ülkeden 500 kişi katıldı. Barış ve alternatif küreselleşme hareketlerinden, çeşitli sol partilerden, sendika ve öğrenci inisiyatiflerinden gelen katılımcılar "60 yıl yeter" sloganı etrafında bir araya geldi.

NATO'nun savaş politikalarına, halihazırda Afganistan ve Orta Doğu'da süren savaşlara, müdahaleciliğe karşı duruyor ve "NATO'ya Hayır" taleplerini yükseltiyorlar. NATO'yla bağlantılı bir Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyor ve askeri harcamalarda radikal kesintilere gidilmesini istiyorlar. "Krizinizin de savaşlarınızın da faturasını ödemeyeceğiz" diyorlar.

Katılımcılar, 3-4 Nisan tarihinde Strazburg ve Baden-Baden'de NATO'nun 60. yılı dolayısıyla hükümetler düzeyinde yapılacak kutlamalara paralel olarak kapsamlı bir eylem programı hazırladılar:

* 1-5 Nisan 2009 tarihleri arasında Strazburg'da uluslararası direniş
köyü ve Kehl ile Baden-Baden'de bilgi merkezleri oluşturulması
* 3 Nisan'da Baden-Baden'de Dış İşleri Bakanlarının buluşmasında ve
Devlet başkanlarının gala yemeği esnasında gösteriler ve sivil
itaatsizlik eylemleri
* 3 ve 5 Nisan'da Strazburgda çalışma gruplarıyla bir Uluslararası
Kongre yapılması ve bir bildirge yayınlamak üzere toplanacak bir
"Barış Asamblesi"
* Eylemler 4 Nisan'da Strazburg şehir merkezinde yapılacak olan
"Savaşa Hayır! NATO'ya Hayır" uluslararası mitingiyle doruğa ulaşacak.
* 4 Nisan 2009 için çeşitli organizasyonlar tarafından Strazburg'da
sivil itaatsizlik eylemleri planlanıyor.
* Strazburg yetkililerinin şehir merkezinde gösterilere izin
verilmeyeceğini açıklamasına karşılık katılımcılar toplanma, gösteri
yapma ve ifade özgürlüğünün temel demokratik haklar olduğunu
vurguladılar. Protestolarını ve özgürlük isteklerini şehir merkezinde
ifade edeceklerinin altını çizdiler. Strazburg'un özgür ve herkese
açık bir "Barış ve Demokrasi Şehri" olması için bir uluslararası
protesto kampanyası başlatmayı kararlaştırdılar.


Yetkililerle müzakere delegasyonuna destek amacıya Uluslararası Koordinasyon Komitesi bir uluslararası destek grubu ve bir de yedek grup oluşturdu. Parlamento dışı uluslararası hareketlerin gücü ve destek veren ulusal ve Avrupa Birliği parlamenterlerinin yardımıyla temel demokratik haklar korunacak.

Konferansın katılımcıları bir protesto çağrısı için aşağıdaki metinde anlaştılar:

"4 Nisan'da Strazburg'da NATO karşıtı gösteri hakkına destek için çağrı.
NATO 60. yılını Strazburg'da yeni ABD başkanı dahil tüm devlet başkanlarıyla kutlamayı planlıyor. İmzacılar savaşlar, askeri müdahaleler, askeri üslerin kullanımı ve füze yerleştirmeler, genişleme ve sürekli silahlanma anlamına gelen NATO politikalarını kesinlikle reddetmektedir. "NATO'ya Hayır, Savaşa Hayır" çağrımız
üzerine çalışmaktayız.
NATO'nun Afganistan'a müdahalesini; Savaş ve aşırı silahlanma mantığını, özellikle de NATO tarafından uygulanan nükleer silahlandırmayı; Fransa'nın yeniden NATO'nun askeri kanadına alınmasını REDDEDİYORUZ.

Bu türden politikalara karşı olduğumuzu göstermek ve Strazburg halkıyla sosyal hareketlere hiçbir engelle karşılaşmadan Nato'ya karşı çıkabilme fırsatını vermek istiyoruz.

Bunlar, NATO hazırlık komitesinin 4 Nisan'da Strazburg şehir merkezinde gösteri yapma hakkını geri çeviren bölge yetkililerinden talep ettiklerimizdir.

NATO zirvesi Strazburg'u bir kale haline getirecek. Bu, şehir sakinleri ve dünyanın dört bir yanından gelen binlerce barışçıl gösterici açısından kabul edilemez bir durumdur. Şehrin kırmızı bölge ilan edilmesi, vatandaşların fişlenmesi, her yeri kuşatan yeni gözlem kameralarının getirilmesi gibi olağanüstü güvenlik önemleri alınacak.

Devlet başkanlarının Strazburg şehir merkezinde - kapatılmış bir şehirde - bir araya gelmesi, şehirde yaşayanların normal bir günlük yaşam sürmesini engeller, hareket özgürlüklerini yok eder, bizlerin NATO'nun gerçek yüzünü ortaya çıkarmamızı da imkansız hale getirir. Bu, bizim için ve şehrin sakinleri için kabul edilemez bir durumdur. Strazburglular NATO zirvesi ve NATO'nun şaşalı tanıtımı için parayı
ödeyecek ancak muhalif sesleri dışlanacak.

NATO zirvesine karşı küresel gösteriler büyük bir başarıyla başladı. 4 Nisan'da dünya vatandaşları Strazburg'a gelerek barışçıl bir biçimde barış umutlarını seslendirecek ve "NATO'ya Hayır" diyecek.

Bizler, finansal kaynakların savaşlara değil, gezegende yaşayan insanların sosyal, demokratik, ekonomik ve çevresel sorunlarının çözümüne aktarılması için gösteri yapmak istiyoruz.

Kendimize şu soruyu sormalıyız: Strazburg nasıl bir şehir olacak? NATO'nun hizmetine verilmiş bir kale mi, yoksa demokratik değerleri ve barışı kutlayan bir şehir mi?

Şehir merkezinde gösteri yapma hakkı istiyoruz. Fransa hükümetinden ve yerel yetkililerden talebimiz, demokratik bir hak olan özgür, bağımsız ve barışçıl gösteri hakkının garanti altına alınmasıdır.

Bu konferans 6 ay önce Stuttgart'ta başlayan NATO'ya ve 60. yıl zirvesine karşı yapılacak gösterilerin inşa edilmesi sürecinde önemli bir adım oldu. Dünyanın her bir köşesinden farklı güçler daha adil ve barışçıl bir gezegen isteklerini dile getirmek için bir araya geliyor. Gelin hep beraber 1-5 Nisan tarihleri arasında Strazburg'u barışın başkenti yapalım!

Çeviren: Muhip Tezcan

Salı, Şubat 24 0 yorum

Subscribe here