şimdi ben size yorumsuzca aşağıdaki resmi sunuyorum. avusturya'dan bir resim bu, viyana belediyesi'nden. "çokdilli belediyecilik" uğrunda, onca belediye başkanına kürtçeyi kullanmaktan dolayı "bölücülük"ten dava açılmış dtp diye bir parti var bu memlekette. bakın ama, resmi büyütün, viyana'da neler oluyor...


ahmet türk, parti grubu toplantısında, pek çok yasada, siyasi partiler yasası, seçim yasası, nüfus kanunu, mahalli idareler kanunu, ticaret kanunu gibi onlarca kanunda hala yasaklı dillerden sözedilmektedir diyor. ekliyor: bu çağda hala bir dilin yasaklı olması utancından türkiye kendini kurtarmalıdır!
dtp eşbaşkanı türk, yerel yönetimler gibi alanlarda kürtçe üzerindeki yasakların kalkması taleplerinin son derece gerçekçi ve insani olduğunu duyuruyor. çok da hakim olamadığı o türkçesiyle bile ne güzel anlatıyor.

Cumartesi, Şubat 28 0 yorum

veli küçük de hastaneye sevk edildi. içeride hiç general kalmadı!

Cuma, Şubat 27 0 yorum

emekçilerin, ezilenlerin, ayrımcılığa uğrayanların, yoksulların, gençlerin, azınlıkların, kadınların, anti-kapitalistlerin istanbul büyükşehir belediye başkan adayı akın birdal mail grubu kuruldu.

aşağıdaki linke tıklayarak üye olabilirsiniz:
http://groups.google.com/group/akinbirdal/

Çarşamba, Şubat 25 0 yorum

üç ay önce yunan polisinin gözünü kırpmadan öldürdüğü 15 yaşındaki alexandros hatırımızda mı şimdi? yunanistan'ı kavuran isyan dalgasının nedenini anımsıyor muyuz? ne çok şey söylendi, nasıl da korktu egemenler o vakit. alexandros kardeşi ve kapitalizmin her yerde vicdansız, her yerde adaletsiz, her yerde katil olduğunu unutmamak gerek...

etö'den tutuklu paşaların gata'ya sevkleri ve ardından tahliye ediliverilmeleri, kütahya simav cezaevindeki üç mahkumun klibine ilham kaynağı olmuş.

Anti-NATO Gösterileri Uluslararası Aktivist Konferansı Raporu/Çağrı Metni
14-15 Şubat -Strazburg

1-5 Nisan'da NATO'nun 60. yılı dolayısıyla yapılacak olan anti-NATO zirvesine hazırlanmak amacıyla Marc Bloch Üniversitesi'nde bir aktivist konferansı gerçekleştirildi. Konferansa "Savaşa Hayır-NATO'ya Hayır" koordinasyonunun davetlisi olarak 19 ülkeden 500 kişi katıldı. Barış ve alternatif küreselleşme hareketlerinden, çeşitli sol partilerden, sendika ve öğrenci inisiyatiflerinden gelen katılımcılar "60 yıl yeter" sloganı etrafında bir araya geldi.

NATO'nun savaş politikalarına, halihazırda Afganistan ve Orta Doğu'da süren savaşlara, müdahaleciliğe karşı duruyor ve "NATO'ya Hayır" taleplerini yükseltiyorlar. NATO'yla bağlantılı bir Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyor ve askeri harcamalarda radikal kesintilere gidilmesini istiyorlar. "Krizinizin de savaşlarınızın da faturasını ödemeyeceğiz" diyorlar.

Katılımcılar, 3-4 Nisan tarihinde Strazburg ve Baden-Baden'de NATO'nun 60. yılı dolayısıyla hükümetler düzeyinde yapılacak kutlamalara paralel olarak kapsamlı bir eylem programı hazırladılar:

* 1-5 Nisan 2009 tarihleri arasında Strazburg'da uluslararası direniş
köyü ve Kehl ile Baden-Baden'de bilgi merkezleri oluşturulması
* 3 Nisan'da Baden-Baden'de Dış İşleri Bakanlarının buluşmasında ve
Devlet başkanlarının gala yemeği esnasında gösteriler ve sivil
itaatsizlik eylemleri
* 3 ve 5 Nisan'da Strazburgda çalışma gruplarıyla bir Uluslararası
Kongre yapılması ve bir bildirge yayınlamak üzere toplanacak bir
"Barış Asamblesi"
* Eylemler 4 Nisan'da Strazburg şehir merkezinde yapılacak olan
"Savaşa Hayır! NATO'ya Hayır" uluslararası mitingiyle doruğa ulaşacak.
* 4 Nisan 2009 için çeşitli organizasyonlar tarafından Strazburg'da
sivil itaatsizlik eylemleri planlanıyor.
* Strazburg yetkililerinin şehir merkezinde gösterilere izin
verilmeyeceğini açıklamasına karşılık katılımcılar toplanma, gösteri
yapma ve ifade özgürlüğünün temel demokratik haklar olduğunu
vurguladılar. Protestolarını ve özgürlük isteklerini şehir merkezinde
ifade edeceklerinin altını çizdiler. Strazburg'un özgür ve herkese
açık bir "Barış ve Demokrasi Şehri" olması için bir uluslararası
protesto kampanyası başlatmayı kararlaştırdılar.


Yetkililerle müzakere delegasyonuna destek amacıya Uluslararası Koordinasyon Komitesi bir uluslararası destek grubu ve bir de yedek grup oluşturdu. Parlamento dışı uluslararası hareketlerin gücü ve destek veren ulusal ve Avrupa Birliği parlamenterlerinin yardımıyla temel demokratik haklar korunacak.

Konferansın katılımcıları bir protesto çağrısı için aşağıdaki metinde anlaştılar:

"4 Nisan'da Strazburg'da NATO karşıtı gösteri hakkına destek için çağrı.
NATO 60. yılını Strazburg'da yeni ABD başkanı dahil tüm devlet başkanlarıyla kutlamayı planlıyor. İmzacılar savaşlar, askeri müdahaleler, askeri üslerin kullanımı ve füze yerleştirmeler, genişleme ve sürekli silahlanma anlamına gelen NATO politikalarını kesinlikle reddetmektedir. "NATO'ya Hayır, Savaşa Hayır" çağrımız
üzerine çalışmaktayız.
NATO'nun Afganistan'a müdahalesini; Savaş ve aşırı silahlanma mantığını, özellikle de NATO tarafından uygulanan nükleer silahlandırmayı; Fransa'nın yeniden NATO'nun askeri kanadına alınmasını REDDEDİYORUZ.

Bu türden politikalara karşı olduğumuzu göstermek ve Strazburg halkıyla sosyal hareketlere hiçbir engelle karşılaşmadan Nato'ya karşı çıkabilme fırsatını vermek istiyoruz.

Bunlar, NATO hazırlık komitesinin 4 Nisan'da Strazburg şehir merkezinde gösteri yapma hakkını geri çeviren bölge yetkililerinden talep ettiklerimizdir.

NATO zirvesi Strazburg'u bir kale haline getirecek. Bu, şehir sakinleri ve dünyanın dört bir yanından gelen binlerce barışçıl gösterici açısından kabul edilemez bir durumdur. Şehrin kırmızı bölge ilan edilmesi, vatandaşların fişlenmesi, her yeri kuşatan yeni gözlem kameralarının getirilmesi gibi olağanüstü güvenlik önemleri alınacak.

Devlet başkanlarının Strazburg şehir merkezinde - kapatılmış bir şehirde - bir araya gelmesi, şehirde yaşayanların normal bir günlük yaşam sürmesini engeller, hareket özgürlüklerini yok eder, bizlerin NATO'nun gerçek yüzünü ortaya çıkarmamızı da imkansız hale getirir. Bu, bizim için ve şehrin sakinleri için kabul edilemez bir durumdur. Strazburglular NATO zirvesi ve NATO'nun şaşalı tanıtımı için parayı
ödeyecek ancak muhalif sesleri dışlanacak.

NATO zirvesine karşı küresel gösteriler büyük bir başarıyla başladı. 4 Nisan'da dünya vatandaşları Strazburg'a gelerek barışçıl bir biçimde barış umutlarını seslendirecek ve "NATO'ya Hayır" diyecek.

Bizler, finansal kaynakların savaşlara değil, gezegende yaşayan insanların sosyal, demokratik, ekonomik ve çevresel sorunlarının çözümüne aktarılması için gösteri yapmak istiyoruz.

Kendimize şu soruyu sormalıyız: Strazburg nasıl bir şehir olacak? NATO'nun hizmetine verilmiş bir kale mi, yoksa demokratik değerleri ve barışı kutlayan bir şehir mi?

Şehir merkezinde gösteri yapma hakkı istiyoruz. Fransa hükümetinden ve yerel yetkililerden talebimiz, demokratik bir hak olan özgür, bağımsız ve barışçıl gösteri hakkının garanti altına alınmasıdır.

Bu konferans 6 ay önce Stuttgart'ta başlayan NATO'ya ve 60. yıl zirvesine karşı yapılacak gösterilerin inşa edilmesi sürecinde önemli bir adım oldu. Dünyanın her bir köşesinden farklı güçler daha adil ve barışçıl bir gezegen isteklerini dile getirmek için bir araya geliyor. Gelin hep beraber 1-5 Nisan tarihleri arasında Strazburg'u barışın başkenti yapalım!

Çeviren: Muhip Tezcan

Salı, Şubat 24 0 yorum


"dünyadaki hiçbir savaş haberlerdeki, tv görüntülerindeki gibi olmamıştır. mermiler parçalar, yaralar, sakatlar ve öldürür. orada olmak, asker olarak çatışmanın tam ortasında olmak başkalarına nasıl aktarılabilir ki?

adları ne olursa olsun askeri "mehmet" diye biliriz. oysa askerler de hepimiz gibi birilerinin çocukları, kardeşi, eşi, sevgilisi ya da babası olan adı sanı belli insanlardır. mehmedin kitabı'nı böyle 42 genç insan yazdı. onlar askerliklerini 1984-98 arasında güneydoğu'da, olağanüstü hal bölgesi'nde yaptılar. başlarından geçenlerin muhasebesini sizlerle paylaşma cesaretini göstererek bu kitabı yarattılar.”

gazeteci nadire mater'in çok ses getiren ve zaten bu yüzden toplatılan kitabının tam metni buradaymış. anticopyright-tr'den öğrendik.

indirin!

Pazartesi, Şubat 23 0 yorum

sınıf mücadelesinin sanatı nasıl etkilediğini göreceksiniz. yıl 1977. cüneyt arkın gecekondulardan gelme bir kahraman. "yıkılmayan adam". biraz da kişisel tarihinden getirdiği acıyla, kendini yoksulların mücadelesine adamış bir adam. drama bu ya, sevgilisi de sınıf düşmanının kızı. kıza vietnamlı, filistinli gerillaların direnişlerini haykırıyor. aynı cüneyt arkın, '80 darbesinden sonra çekilen başka bir filmde, "esaretten kaçış" kıvamında, sosyalist bir rejimden kaçmaya çalışan bir türk'ü de canlandıracaktı. işçi hareketinin trendi, sanat trendlerini de belirliyor işte...

Pazar, Şubat 22 0 yorum


2009 yılına girdiğimiz bu günlerde dünya ekonomisi finansal krizi derin bir şekilde yaşamaktadır. Birçok uluslararası finans kurumları devletlerin müdahalesi sonucu ayakta kalmaları sağlanmakta olup krizin bedeli eskiden olduğu gibi çalışan emekçi kesimin omuzlarına yıkılmaktadır. İki emperyalist bloklu dünya siyasi sistemi yıkılıp Amerikanın önderliğinde kurulmaya çalışılan tek kutuplu dünya 90 yılların başından beri krizin içinde.

Amerika'nın Ortadoğu’ya müdahalesi, İsrail’in Filistin topraklarına karşı geleneksel işgal siyaseti ve diğer emperyalist ülkelerin tamamlayıcı uzantıları olan ülkelerin hem Ortadoğu hem de Kafkasya bölgelerindeki fütursuz destek siyaseti ile birlikte dünyamız her geçen gün bölgesel savaşların içine itilmektedir. Bunun sonucunda savaştan ve yıkımdan kaçmanın çaresi olarak yaşanan göçler ve kullanılan bombaların yarattığı çevre kirliliği de buna eklenince önümüze konan dünyanın geleceğinin hiç de iç açıcı olmadığı görülür. Bu sürece müdahalenin aktörlerine düşen en önemli görev yaşadıkları ülkedeki siyasi ortama müdahale etmektir. Pek tabi bunun birçok yöntemi vardır.

Ben yöntemden ziyade siyasetin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin birkaç saptama da bulunmak isterim. Öncelikle Türkiye’de siyasi iktidarın uluslararası devletler sistemi içinde yer alıp onun ihtiyaçlarına göre hem ulusal hem de bölgesel siyaset güttüğünü başta belirtmek isterim. Toplumsal muhalefetin önderliğine bakıldığında görünecek şey de yıllardır Kemalist ideoloji ile kendini var etmiş sınıfların belirleyicilikleri söz konusudur. Varolan siyasi iktidar 'sözde' demokratik açılımlardan söz ederek uluslararası sermayenin ve iç dinamiklerin dayatmaları karşısında pek gönüllü olmasa da belirli açılımlar yapmaktadır.

Avrupa birliği süreci, Kemalizm’in geleneksel siyasetine karşı duruşu, anayasa değişikliği, başörtüsü yasağına karşı tavrı ve Kürt sorununa yaklaşımında buna tanık oluyoruz. Bu siyasi ortamda muhalif gibi görünen siyasi yapılara baktığımızda militarist, devletçi ve milliyetçi olduklarını anlamak pek zor olmasa gerek. Sol bu toplumsal muhalefetin içinde güçsüz ve cılız durmakta olup varolan sürece müdahalesi belli bir süre daha söz konusu değil. Ancak sol gerçek demokrasi güçleri ile birlikte hareket ederse bu sürecin değişmesine katkıda bulunabilir. Kendini sol diye sunan CHP ile birlikte hareket ederse bu sürecin dışında kalır.

Peki, sol nasıl büyüyecek ve toplumsal mücadelenin belirleyici unsuru haline gelecektir?Bu sorunun yanıtını günlük siyaset içinde vermek bu dönem için acil bir durumdur. Solun önünde çok seçenekli bir denklem yoktur. Her şey ayan beyan ortadadır. Türkiye’de resmi ideolojiyi sorgulayan ve 'sahte' diye yargılayıp burun kıvırsak da iki unsur, yaklaşık otuz yıl boyunca toplumsal süreçte belirleyici oldu. Birincisi kendini solda belirleyen Kürt hareketidir diğeri de dindar kesimdir. Dindar kesimin siyasal uzantısı AKP karşısında Türk solu ya Kemalizm ile bütünleşmiş ya da militarist milliyetçilikle barışmıştır. İlan edilmiş kutsal “Kızılelma ittifakı” Ergenekon süreciyle sarsılsa da siyaseten halen devam etmektedir. Eğer sol bu süreci görmemeye devam ederse faşist bir iktidar bizi beklemekte olduğu da bilinmelidir. Bu ortamdan çıkış görüldüğü kadarıyla zor değildir hatta çok basittir. Yeter ki evrensel demokratik değerlere sahip olalım, yeter ki ezilenlerden yana olalım ki toplumsal muhalefetin ses getiren unsuru haline gelelim.

Dindar iktidarı toplumun yüzde ellisi destekliyorsa solun işi hem zor hem de kolay gibi görünür. Yukarda söz etmeye çalıştığım gibi bu dindar iktidar ne Kemalist ne faşist ne de militarist. Hal böyle olunca solun işi de zorlaşıyor. Öncelikle sol Türkiye’de siyaset yapacaksa Kürt hareketiyle koşulsuz bir dayanışma içinde olmalıdır. İkincisi de dindar iktidardan daha 'solcu' olmalıdır. İktidarı gerici, milliyetçi, militarist veya ulusalcı söylemlerle eşleştirmemesi gerekir. Türkiye kamuoyununa iktidarın sunduğu her açılımın nedeni olarak Türkiye’deki iç dinamiklerin etkisi dillendirilmeli ve daha ileriye götürecek açılımlar sunulmalıdır. Demokrasi ama tam demokrasi istenmelidir. Özgürlüklerin sınırlandırılması değil sınırsız özgürlük yüksek sesle dile getirilmelidir.

Kürtçe bir kanalın Kürt halkının mücadelesi ve direnci sonucu kazanıldığını vurgulanmalıdır. Kürt halkına daha çok demokrasi ve söz hakkı istenmelidir. Bugünlerde yaşanan ekonomik krizin sonucunda işten çıkarmalar ülkenin her köşesinde olağan duruma gelmiştir. Türk solu bu konuda da harekete geçmesi gerekirken süt dökmüş kedi misali bir köşede sus pus oturmaktadır. Meydanda solun esamisi okunmamaktadır. Umarız Türk solu kendi kabuklarını kırar ve olup bitenin farkına varır. Eğer sol siyaset varolan durumu doğru değerlendirirse bir şeyler yapabilir ve siyasi ortamda güç haline gelebilir. Aksi takdirde milliyetçi cephenin, darbecilerin ve Ergenekoncuların suç ortağı olurlar. Önümüzdeki yerel seçimlerde milliyetçi kesimle yapılacak seçim ittifakı siyasi intihardan farksız olacaktır.

Unutmayalım solun yüzüne baktığı yerler dindarlara dönüktür ve bu kesimin sola hatta sol ideolojiye kazanılması da çok zor değildir. Bu kesimleri kesinlikle 'şeriatçı' veya 'alevi' gibi yanlış kanılarla mahkum etmemek gerekir. Solun soluk borusu olacak bu kesimler en azından Kemalizm ve militarist demokrasi anlayışıyla hesaplaşmıştır. Bence Kemalist ve milliyetçi emekçiden daha kolay sol saflara kazanılabilinir. Bunu anlayan sol kısa sürede olmazsa da ileride güçlü bir konuma gelecektir.
Bu günden yapacak çok şey var ama yarın yapacak hiçbir şey bulamayabiliriz.
Sol hat! Heyhat!


toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sosyal yardım, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı gibi parasal haklar ile gazetecilerin mesleki haklarını koruyan maddelerde işverenin uzlaşmaz tutumu sonucu atv ile sabah gazete ve dergi gruplarında 13 şubat’ta başlayan grev sürüyor.

grev 1980 darbesinden bu yana medya sektöründe gerçekleşen ilk grev olma özelliğini taşıyor.

türkiye gazeteciler sendikası gelişmeleri izliyor gerçi ama, grevin bir başka özelliği işçilerin kendi direniş günlüklerini bir blog halinde yayımlıyor olmaları.

Cumartesi, Şubat 21 0 yorum


ele avuca sığmaz, boyun eğmez, doğru bildiğini okuyan ama hatalarından da ders çıkartmasını bilen asi doktor house, izlenme rekorları kıran dizinin melankolik uzmanı. açıkça insandan, hastadan yana bir tavrı var. nasıl yani, bir doktorun zaten beklenen bir özelliği değil midir bu demeyin. etrafınıza bir bakının.ne kadar çok özel klinik, mr merkezi, özel hastane kaynadığını hemen farkedeceksiniz. bu hastanelerin personelleri bağımsız mıdır? sorulması gereken soru budur. hastane yönetimleri, hastaneleri birer işletme gibi algılamaktadır, kaldı ki öyledir, o halde bu işletmelerin birer işçisi konumundaki doktorlar da genel işletme mantığına bağlı kalmak zorunda olacaklar ve patronlarının sınırını çizdiği bir etik’le davranacaklardır.

dr. house’ın bir konuşmasını hatırlıyorum: “işletmesinin” patronu, birkaç arkadaşının işine devam edebilmesi karşılığında, bir tıp kongresinde house’tan, işletmenin geliştirdiği yeni bir ilaç lehinde bir konuşma yapmasını teklif eder. dr house, hiç içine sinmese de konuşmayı yapmayı kabul eder ve enfes sahnede aksak bacağını yasladığı bastonuyla kürsüye ilerler. salon nefesini kesmiş, onu izlerken, eline tutuşturulmuş metnin ilk cümlesini okuyup kürsüden iner. patronunun müdehalesiyle tekrar kürsüye dönmek zorundadır, metni bir kenara koyar ve konuşmaya başlar. “evet bu ilaç çok iyi. çünkü eskisi de çok iyiydi. eskisinin patent süresi dolduğu için, sevgili patronum, basit bir iki değişiklikle bu yeniilacı piyasaya sürdü ve bunu bir devrim gibi takdim ederek patent süresini uzatıp milyonlarca dolar kazanmaya yeniden aday oldu.” işte böyle bir namuslu meslek erbabının, bir hekimin dizisini severek izliyorum ben. bir de şu haberleri okuyorum öylesine bir gözattığımda türk medyasında:

emekli orgeneral şener eruygur, cezaevinde geçirdiği kaza sonrası gata'ya sevk ediliyor.eruygur, sağlık durumu el vermediği için tahliye edildi. ancak eşi mukaddes eruygur'un gata bölüm şefi albay ile yaptığı ve internete düşen ses kaydında, şener paşa'nın sağlık durumunun iyi olduğu, yeniden tutuklanmaması için gata'da tutulduğu ifade söyleniyor.
emekli orgeneral hurşit tolon da, gata'da iken "delil yetersizliği"nden tahliye oluyor. yapılan itirazı değerlendiren 12'nci ağır ceza mahkemesi, "delil yetersizliği"nden değil "hastalık" nedeniyle tahliyesinin devamına karar veriyor.

sonrasında jitem eski komutanı emekli tuğgeneral levent ersöz de, geçtiğimiz günlerde gata'ya sevk ediliyor. ersöz'ün, götürüldüğü devlet hastanelerinde araçtan inmeyi reddettiği ve gata'ya sevkinde ısrar ettiği kaydediliyor.
ambulansta incelemelerini yapan doktorlar ise hastanede tedavisini gerektiren bir durum olmadığını ifade ediyor. buna rağmen levent "paşa", gata'ya götürülüyor ve yatırılıyor.
avukatı birkaç gün önce, levent ersöz’ün gata'da düşerek başını lavaboya çarptığını ve ifade vermek için savcılara götürülmesine sağlığının el vermediğini açıklıyor. uzun lafın kısası gata’ya giden yırtmaya yaklaşıyor.

babam, emekli bir asker, hayatı boyunca onuruyla yaşamaya uğraşmış bir hangar emekçisi,diyarbakır askeri cezaevinde yatırılmış bir adam, şimdi akciğerlerinde belki, o hangarlardan, o uçak toz dumanından, o mahpusluktan kalan izlerin bilmemneskopisi ile varılabilecek bir tanı sonucu, göğüs kafesini oluşturan kemiklerinin kırılıp daha içerilere inilmesi suretiyle yapılacak bir ameliyatla, kanser olası tanısıyla hayata bağlanmaya çalışıyor şimdi.

babamı, o namuslu masum insanı, kimse gata’ya düşürmesin diyorum ben. allah düşmanını gata'ya düşürmesin diyorum. emekli babamın rütbesi belki zaten elvermez de, şu gata’ya sağlam giren, dr. house’ın gözünden uzak, komada, gözlerden ırak tutuluyor her nedense, daha da kötülemesini istemem babamın giderek...

Perşembe, Şubat 19 0 yorum

yeni videoda eski genelkurmay başkanı ismail hakkı karadayı’nın ses kaydı olduğu iddia edilen konuşmalar yer alıyor. karadayı kayıtta encümen-i daniş benzeri bir başka oluşumdan, "dostlar meclisi" adında bir gruptan sözediyor.

Çarşamba, Şubat 18 0 yorum


Yarım asır önce çıkan Ekspres gazetesi şöyle bir başlık attı: "Atatürk'ün evine bomba atıldı." Bu provokatif haber bugün İstanbul dediğimiz şehrin yerlilerinin, İstinpolililerin (tam çevirisi "şehrin içinde"dir) yerini yurdunu terk ederek Yunanistan'a kaçmalarının ilk adımını sağladı.
Gazetenin haberinin ertesi günü önceden hazırlanmış örgütlü güruh Beyoğlu'nda zaten bir gece önceden işaretlenmiş olan azınlıklara ait ev ve işyerlerine azgınca saldırdı. Dükkânlar, evler, fabrikalar hatta kiliseler yakıldı, yıkıldı. İstanbul'daki 72 kilisenin 70'i tahrip edildi. Milyonlarca dolarlık hasar meydana geldi. 16 Rum, bir Ermeni yurttaşımız hayatını kaybetti. Korkunç olayların ardından binlerce Rum akın halinde Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. İstanbul gerçek sahiplerini kaybetti.
Her devrin katil teşkilatı: Özel Harp Dairesi
Yunan makamları "Atatürk'ün evinin bombalanması" olayının, Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğunu daha o günlerde ortaya çıkarmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi'nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmıştı. "Kahramanlığını" savunan bombacı Oktay Engin daha sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı'na kadar yükseldi.

6-7 eylül katliamlarının kapsamlı bir devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin itirafı ile de açığa çıktı ve Özel Harp Dairesi (ÖHD) adına sahiplenildi. General, Kıbrıs'ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD'nin işi olduğunu anlatıyordu. Gazeteci Fatih Güllapoğlu'nun Tempo Dergisi'nde yaptığı görüşmede şöyle diyordu Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu;

"Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974'deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer ÖHD olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi?
“Harekât başlamadan önce ÖHD devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında ÖHD elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular.
“Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.
“-Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı?
“-Tabii. 6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı... Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?"
("Türk Gladio'su İçin Bazı İpuçları", aktaran Recep Maraşlı, Tempo, 9-15 Haziran 1991, s.24-27)

Kıbrıs'ın işgaliyle bağlantı
ÖHD'nin Kıbrıs'taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955'e dayanıyor. Kıbrıs Türkleri içinde "Volkan", "9 Eylül" gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde örgütlendi, 1958 yılında ise, bizzat Türk generallerinin örgütlediği "Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı" adıyla merkezileştirildi. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki ÖHD'nin çalışmaları bu kanaldan yürüdü.
1923'te imzalanan Lozan antlaşması uyarınca Kıbrıs üzerinde hiçbir hakkının olmadığını teyit eden Türkiye, sömürgeci İngiltere'nin tetikçiliğini kabullenerek, Kıbrıs üzerinde yeniden "hak sahibi" olmayı başardı. İngiltere, Kıbrıs'ta görülmesi gereken bütün kirli işlerini (katliam, işkence, sürgün, talan) tetikçisine bıraktı. Türkiye devletinin yardımıyla, bağımsızlığı için savaşan Kıbrıs halklarının bölünmesini başardı. Yüz yıllardır birarada yaşayan, birbirlerinin dillerini de konuşabilen iki halkın arasında bir "Türk-Rum" ayrımı yaratarak, Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkına engel oldu. Böylelikle adadaki sömürgeci varlığını bugünkü AB koşulları atında bile sürdürmeyi başarıyor.
Etnik temizlik tamamlanıyor
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgâhlanan 6-7 Eylül olayları büyük şehirlerdeki etnik unsurların da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir'in kadim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Bugün geri dönüp baktığımızda 6-7 Eylül olaylarının Lozan'da eksik kalan bir süreci tamamlamak üzere tezgahlandığını açıkça görürüz. İstanbul Rumları mübadele kapsamına sokulamamış ve geride kalmıştır. 1955'teki olaylar ulus devleti yabancı unsurlarından ayıklama sürecinin bir parçasıdır.

Katliamlar sürüyor
6-7 Eylül'ün üzerinden 50 küsur yıl geçmesine rağmen olayları örgütleyen zihniyet hâlâ sürüyor. Örneğin, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin düzenlediği, 6 - 7 Eylül fotoğrafları sergisi, açılış gününde eli sopalı faşistlerin baskınına uğradı. Frankfurt'ta Soykırım Karşıtları Derneği'nin düzenlediği benzer bir serginin organizatörlerine, sürmanşetten, "Ateşle oynadıkları" tehdidi savrularak, gözdağı verilmek istendi (27 Şubat 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi Avrupa eki).
Bunlar devletin tertiplediği pogromcu çetelere yeterli gelmedi elbette. Maraş, Çorum ve Sivas'ta da aynı yöntemi kullanıp kapılara önceden işaret koyan katliamcılar yüzlerce insanı öldürdü. Günümüze geldiğimizde en yakın örnekler akıllarda: Hrant Dink ensesine kurşun sıkılarak öldürüldü. Malatya'da hıristiyanlara ait yayınevi basılıp üç kişi öldürüldü.

301'in marifeti
Bütün bu cinayet ve katliamlar zinciri Osmanlı'nın son döneminde alınan Türkleştirme politikalarının sonuçlarıdır. Bugün bu zihniyet yasalarla da güvence altına alınarak sürdürülmeye çalışılıyor. Örneğin, ceza yasasında yer alan 301. madde "Türklüğü aşağılamak" ifadesiyle başlıyor ve bütün diğer etnik gruplara ve bu grupları savunanlara ya da resmi tezlerin dışında sözler sarf edenlere saldırılmasına, ceza almalarına, hatta öldürülmelerine kadar varıyor.
Yüzyıllardır birlikte yaşayan kardeş halklar arasında gerçekte hiçbir düşmanlık yoktur. Düşmanlığı yaratanlar statükoyu korumak, nefretten beslenmek isteyen çok küçük bir azınlık ve bunların yönlendirdiği ırkçı, milliyetçi çetelerdir.
Cengiz ALĞAN

Pazartesi, Şubat 16 0 yorum

27 Mayıs 1942'de, Alman işgali altındaki Prag sokaklarında, hemen önünde SS bayrağı ve Reich Protektorası'nın sancağı olmak üzere Mercedes'iyle ilerleyen, önde gelen Nazi subaylarından Reinhard Heydrich'e bir suikast düzenlenir. Gerçi suikast için hazırlanan Sten marka makineli tüfek tutukluk yapar ama atılan bomba hedefini şaşırmaz. Nazi kasabı bir hafta sonra ölür.
Cenaze töreninden sonra Hitler şöyle der: "Heydrich'in öldürülmesi oluk oluk kanla cezasını bulmalı". Önce yakınlarda kurulmuş olan Yahudi gettosu Theresienstadt'tan üç bin Yahudi fırınlara gönderilir. Ardından tutuklamalar ve kurşuna dizmeler gelir. Ama asıl tarihe unutulmaz kara bir çentik olarak düşülen şey Prag'ın kuzeybatısındaki madencilerin yaşadığı Lidice köyünün başına gelenler olur.
Köyde evler basılır ve olmayan kanıtlar yaratılır. Führer'in kesin emirleri şunlardır:
1.Tüm yetişkin erkekler kurşuna dizilecek.
2.Tüm kadınlar toplama kampına gönderilecek.
3.Çocuklardan Almanlaştırılmaları mümkün olanlar Reich'taki SS ailelerine verilecek.
4.Yerleşim yeri tamamen yakılıp yerle bir edilecek.
199 erkek onarlı gruplar halinde kurşuna dizilir. 195 kadın gaz odalarına yollanır. 95 çocuktan yalnızca dokuzunun 'Almanlaştırılabilir' olduğuna karar verilir. Geri kalanı 'kaybolur'.

Ardından köy bombalanır, tümüyle yakılır ve buldozerlerle dümdüz edilir. Kalan enkaz taşınıp götürülür. Ev hayvanları öldürülür ve mezarlık dümdüz edilir. Lidice'den geriye hiçbir şey kalmaz. (Bu arada Reich görüntü habercisi hemen tüm sahneleri kameraya alır. Bunlar daha sonra Nürnberg Mahkemeleri'nde ortaya çıkacaktır. Filmde kilise kulesinin üç bombalamada yıkılmasına sinirlenen, kameraya gülerek şakalaşan Nazi subayları görülmektedir).

Faşizm budur
Bir subayının öldürülmesine karşılık bir köyü resmen haritadan ve hatta tarihten silmek istemek nasıl bir anlayışın ürünüdür? Kalıntıları bile taşıtıp (maden işçilerine tabii ki), orada bir zamanlar hayat olduğuna dair her şeyi silmek kimin aklına gelir? Başka hiçbir baskı rejiminde bu kadar sistematik ve sıradanlaşmasıyla korkunçlaşması bu kadar paralel ilerleyen bir ideoloji egemen değildir. Ancak faşizm insanlık tarihine bu kadar koyu bir kara leke bırakabilir.
Üstelik bu sadece Alman faşizmi dönemine ait tekil bir örnektir. Bir de Japonya'da Yakuzaların yaptıklarını okuyun. Türkiye'de de örneğin, 24 Aralık 1978'de, belledikleri evlerin kapılarına önceden işaret koyup sonra da basmaya gelen, faşistler olmuştur. Hamile kadınların karınlarından bebeklerini çıkarıp kaynar kazanlara atanlar faşistlerdir. Bu eylemi yapan ülkücü faşist militanlar birilerinin soyunu kurutmak isteseler gerek.

Soykırım
Birleşmiş Milletler'in yaptığı bir soykırım tarifi var. İsteyen açıp ayrıntısına bakabilir. Ama özetle şöyle: bir etnik azınlığı tamamen imha etmek. Nazilerin yaptığı buydu: Başta Yahudiler, pek çok etnik azınlığı 'tamamen' imha etmek. Bu yolda büyük başarı elde ettiler.
Benzer bir uygulamayı Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında İttihat ve Terakki kadroları gerçekleştirdi. 1915 yılında, tehcir (zorla göç ettirme) adı altında bir milyon Ermeni öldürüldü. Hayatta kalanların bir kısmı Der Zor çöllerinde öldü (bölgeye dair 'insan yaşayamaz' raporu verilmişti). Kalanlar dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmak zorunda kaldı. Ve bu uygulamanın adına dünyanın pek çok yerinde soykırım dendi.
Türkiye Cumhuriyeti bugün için bunu kabul etmiyor olabilir. Türk faşistleri ve onlarla kolkola yürüyen sağ-sol Kemalistler de öyle. Ama herkesten önce söz konusu halk yıllardır avaz avaz soykırıma uğradığını bağırıyor. Herhalde bu halkın karşısına çıkıp "Sen nereden bileceksin soykırıma uğrayıp uğramadığını. İşte ben sana söylüyorum: uğ-ra-ma-dıııın!" diyecek şövalye ruhuna, bizim ülkemizdeki kadar çok, hiçbir ülkede rastlanmaz.

Irkçılık ve düşünce özgürlüğü
Soykırımı ırkçılar yapar. Sonra da yaptıklarına soykırım denmesine en çok onlar kızar. Fransa parlamentosunun kararı 'Ermeni soykırımı yoktur' demeyi yasaklıyor. Mantıklı. Çünkü vardır. Burada ikirciğe gerek yok: ya baştan "soykırım vardır" diyeceksiniz, ya da "yoktur" deyip karşı saflara saldırıya geçeceksiniz. Türk solu, maalesef beni yine hiç şaşırtmadan, ikincisini tercih etti.
Fransa'daki yasayla ilgili, sosyalistler arasında da sürmekte olan, bir tartışma var. "Madem düşünce özgürlüğü var herkes istediği gibi düşünsün. Fransızlar da ikiyüzlülük yapmasın." Burada anahtar kelime 'herkes'. Herkes deyince işin içine faşistler de girer. Ne de olsa canlılar. Yani faşistler de istediği fikri savunsun, istediklerini söylesin.
Bu temenninin altında çocuksu bir saflık, idealist bir insan sevgisi yatıyor, anlıyorum. Ama önce şu 'ayrıntıyı' atlamayalım: Düşünce özgürlüğü mücadelesi yalnızca düşünme eylemini özgür kılma mücadelesi değildir. Aslolarak, düşünülmüş olanın, her türlü araç ve örgütlenme yoluyla yayılabilmesinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırma mücadelesidir. Peki faşistlerin tüm dünya tarihinde ve bugün savundukları düşünceleri uygulamaya koyma biçimlerinin serbest kalmasını istediğinizden, hatta onların bu özgürlüğünü bizzat siz savunmak istediğinizden emin misiniz?
Neden yasak?
Almanya'da, örneğin, Yahudi soykırımını yok saymak yasak. Çünkü Yahudi soykırımından dolayı hala pek de iyi gözle bakılmayan Almanlar utançlarından kurtulmak istiyor. Bir kez inkâr yoluna gidilirse milyonların imhasına yol açan Nazi rejiminin aklanma ihtimali doğabileceğini de biliyorlar. Nazi rejimini bir daha yaşamayı geç, hatırlamak bile istemiyorlar.
Tüm politik fikirler çeşitli arenalarda tartışabilir, uzlaşabilir, uzlaşmayabilir. Bazen işbirliğine de gidebilir. Faşizm ile sosyalizm hariç. Sosyalizm, faşizmi de doğurmuş olan kapitalist sistemin kökünden yıkılmasını ister. Faşizm o sistemi ayakta tutmanın en gaddar ve kanlı aracıdır. Sosyalizm bütün insanların; dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel tercih, kültür ayrımı yapmaksızın bütün insanların, eşitliğini savunur. Faşizm tek bir ırkın üstünlüğüne inanır. Geri kalanlar ya köledir ya imha edilecektir. Sosyalizm insan, hayvan, bitki vb tüm canlılar üzerindeki her türlü baskı ve şiddete karşı savaşır ve fikir üretir. Faşizm baskı biçimlerini insanlık tarihinin gördüğü en ağır ve silinmesi zor izler bırakan irtifalara taşır. Ürettiği fikirlerinse toplu insan imhasındaki başarıları kanıtlanmıştır.
Son olarak, faşistler soykırımı içten içe savunarak reddeder ve resmi ideolojinin sağladığı zeminde sağa sola azgınca saldırır. Sosyalistler ise, karşısında savaştıkları devletin sözlerine değil, soykırıma uğradığını ilan etmiş olan bütün halkların sözlerine kulak verir.

Cengiz Algan, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Sözcüsü

irtica malumunuz, gericilik demek. bu adamlar, halkın onlara verdiği yetkiyi ve silahları dönüp halka kullanıyorlarsa irticacıdırlar! "laik irticacılar" diyoruz onlara bundan sonra.


- Funny bloopers R us

Salı, Şubat 10 0 yorum

ecevit'in bir şeyleri bildiğini biliyorduk. gereğini yapmadı. uzlaştı. silindi. erol mütercimler anlatıyor. bildiğimizi düşündüklerimizi...


- for more...

Pazar, Şubat 8 0 yorum

Birkaç yıldan beri Hatemi’den Rafsancani’ye, Ahmedinejad’tan “tutucu” kanadın faşist sözcüsü Keyhan gazetesine herkes komünizm ve Marksizm’in üniversitelerde yükselişe geçtiğinden, “Lenin’in hortlağının üniversiteler üzerinde dolaşmaya başladığından” söz edip bu tehlikeye karşı birbirini uyarmaya başladı.
Üç yıldan beri “7 Aralık Üniversite Öğrencileri Günü” komünizmin üniversitede gövde gösterisinin alanına dönüştü. Gösterilerde “Eşitlik, Özgürlük, Cinsel Ayrımcılığa Hayır, Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, Ne Amerikan Müdahalesi ne Dinci Diktatörlük” sloganlarının ve Enternasyonal marşının binlerce öğrenci tarafından haykırılması, İran’da “Ayetullah BBC” olarak bilinen “saygın” (!) İngiliz haber kuruluşunun bile “Tahran Üniversitesi’nde Marksistler’in Çıkarması” haberini manşetten geçmesine yol açtı. Sosyalizmin bu yükselişine karşı 4 Aralık 2007’de İslam Cumhuriyeti sosyalist sol öğrenci önderlerinin 60’ına yakınını tutukladı. Rejim bu manevrayla radikal sosyalist öğrencileri ve rejimi devirme hareketini geriletebileceği hesabını yapıyordu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. 2007 Öğrenci Günü gösterileri daha kitlesel, kızıl bayraklar ve pankartlarla bezeli gerçekleştirildiği gibi öğrenci hareketi daha radikal istekler temelinde daha sürekli bir biçime kavuştu.

7 Aralık 2008’ten beri sürmekte olan Şiraz Üniversitesi hareketini işte bu genel çerçevede anlayıp değerlendirmek gerekiyor. Bir yıldan beri rejim bütün korkutma, tutuklama, bastırma ve yıpratma çabalarına karşı öğrencileri mevzilerinden geri püskürtemedi. Şiraz Üniversitesi’nde rejim lümpen Besiç paramiliter güçlerini öğrenciler üzerine saldı. Ancak öğrenciler rektörü Besiç’in bu saldırısına bahane olan “İslami Kurallara Uyma Yönetmeliği”ni geri çekmeye ve özür dilemeye zorladı. İslami rejimin sözde parlamentosu başkanı Laricani ve öteki irili ufaklı devlet erkanının üniversitede yaptığı konuşmalar öğrenciler tarafından rejimi sorgulamanın, rejimin siyasetlerinin kökten eleştirisinin ve meşruiyetinin bulunmadığının açıkça ilan edildiği alanlara dönüştürüldü. Öğrenci Günü’nde Şiraz Üniversitesi öğrencileri “Kahrolsun Diktatör”, “Hamaney Pinochet, İran Şili Olmayacaktır” ve “Eşitlik Özgürlük” pankartlarıyla gösteri yaptılar.
Bu duruma karşı rejim başta 4 öğrenciyi tutukladı. Onlarca öğrenci disiplin kuruluna çağırıldı. Ancak bunlar öğrenci hareketinin şiddetlenmesine, daha radikal biçimlere bürünmesine yol açtı. Öğrenciler gösterilerini okul dışına taşıdı ve kent halkından büyük destek aldı. Bu arada uydu aracılığıyla yayın yapan New Channel TV canlı programlarla bu hareketin haberini yurt geneline taşıdı ve Şiraz öğrencilerinin hareketinin daha geniş bir toplumsal tabana yayılmasına katkıda bulundu.
Rejimin bu harekete karşı yanıtı 12 kişinin gözaltına alınması, 7’sinin tutuklanarak cezaevine konulması, 5’inin ağır kefaletlerle serbest bırakılması ve onlarca öğrencinin çeşitli sürelerle okuldan uzaklaştırma cezalarına çarptırılması oldu. Ne var ki bu çabalar öğrencilerin eylem ve hareketini durduramadı. Tersine radikalleşmesine, rejimin temellerini hedef almasına yol açtı. Bu radikalleşme İslami Öğrenci Birlikleri (Tahkim-i Vahdet) ve liberallerin bile öğrenciler tarafından soyutlanmamaları için komünistlerin sloganlarını pankartlarında taşımalarına neden oldu. Kısacası, İran toplumunda rejimi devirme hareketinde üstünlüğe sahip olan radikal solun ve komünist hareketin, bu hareketin bir yansıması olan genelde öğrenci hareketinde, özelde Şiraz Üniversitesi’nde halen sürmekte olan direnişte de üstünlüğü ele geçirdiği söylenebilir. Şiraz Üniversitesi öğrencileri hareketlerini sürdürüyorlar ve bütün istekleri kabul edilene dek mücadelelerini sürdüreceklerini ilan ediyorlar. Öğrenciler tutuklanan bütün arkadaşlarının derhal serbest bırakılmasını, disiplin cezalarının kaldırılmasını, öğrencilere karşı bütün davaların düşürülmesini, cinsel ayrımcı politikalara son verilmesini, polis ve İslam Cumhuriyeti’nin kolluk güçlerinin ve Besiç’in okuldan çekilmesini talep ediyorlar.
İran halkının rejimi devirme hareketinin sözcüsü Şiraz Üniversite öğrencilerinin mücadelesi en geniş uluslararası dayanışmayı hak ediyor. Onlara destek olmalıyız!

*Siyaveş Azeri, İran Komünist İşçi Partisi (İKİP) Dış İlişkiler Bürosu Başkanı

bağcık

Cuma, Şubat 6 0 yorum


29 Ocakta Davos’ta gerçekleşen Gazze konulu toplantıda başbakan T. Erdoğan İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres tarafından Filistin halkına karşı yapılan katliamın meşru gösterilmesine sert bir üslupla karşı çıkarak toplantıyı terk etmiştir. 1971’den bu yana her yıl İsviçre’nin Davos kentinde toplanan zirve ilk defa katılımcı bir ülkenin başbakanı tarafından dünya kamuoyunda önünde teşhir edilmiştir. Gerçi küreselleşme karşıtları her yıl Davos zirvesini uluslararası sermaye güçlerinin kendi çıkarları tarafından dünya ekonomisini şekillendirdikleri gerekçesiyle protesto ediyorlardı. Ancak zirvenin kendi sadık üyesi olan bir ülkenin başbakanı tarafından protesto edilmesi çok daha ses getirdi.
Ortadoğu hakları basta olmak üzere dünyanın birçok yerinde düzenlenen gösteriler protestocu başbakana destek mitinglerine dönüştü.
Bir diğer destekte İsviçre Parlamentosu Milletvekili Joset Nang, "Başbakan Erdoğan'ın aldığı kararı destekliyoruz. Çok yerinde ve doğru bir karar verdi. Kendisine söz hakkı verilmesi gerekiyordu. Biz zaten bu toplantının bir daha yapılmasını istemiyoruz. Kimsenin de bu toplantıya katılmasını istemiyoruz" şeklindeydi. Bunun yanında Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının yapıldığı kongre merkezi önünde toplanan küreselleşme karşıtları göstericilerden Daniel isimli bir gösterici ise, "Başbakan Erdoğan'ın verdiği tepki çok yerindeydi ve Erdoğan'ı kesinlikle destekliyoruz. Erdoğan bundan sonra Dünya Ekonomi Formu'na değil, Dünya Sosyal Forumu'na gitsin. Orada görüşlerini dilediği gibi uzun uzun açıklayabilir. Türkiye artık ikinci dünya ülkesi değil. Erdoğan düşündüklerini istediği gibi söyleyebilmeliydi" diyerek açık desteğini sundu.

Bütün bunlar gerçekleşirken sözde Türk solu ve milliyetçiler homurdanmaya devam etti. Erdoğan’a söz verilmemesi ne karşılık gösterdiği tepki bir noktaya kadar normal yorumlandı ama toplantıyı terk edilmesi eleştirildi. Bazıları da Erdoğan’ı samimiyetsizlikle suçladı. Ortadoğu üzerinde İsrail ve Türkiye’nin hâkimiyet savaşının yarattığı gerilim Davos’ta su üzerine cıktı, diyenler oldu. Filistin ulusal sorununda önderliği El-Fetih’in uzlaşmacı siyasetinden dolayı elinden kaçırıp Hamas’ın önderliğine geçmesini hazm edemeyenler Erdoğan’ın Davos’taki açıklamalarını Şeriatçı bir partiye verilen bir destek olarak yorumladı. Irak ve Necef katliamını, Türkiye’de devletin Kürtlere karşı yürüttüğü siyaset karşısında Erdoğan’ın tavrının ya susmak ya da bu saldırı kararlarına ortak olmakla suçlanarak Davos zirvesinde gerçekleştirdiği protesto eylemi sahtekârlık olduğu çok geçmeden dillendirilmeye başlandı.

Kendini muhalif olarak konumlandıran, demokrasi, barış, hukuk hatta sosyalizm adına siyaset yapanların Erdoğan’ın tepkisine karşı elli tane kılıf uydurarak eleştirmesi beklenen bir durumdu. Bu sözde muhalefet hamasetçileri eskiden olduğu gibi bugün de öküzün altında buzağı aramaya tam hızla devam ediyorlar. Epeydir düşünüyordum 1970’lerde Filistin işgaline karşı Türk solunun en radikalleri El-Fetih saflarına katılarak savaşırken bugün neden Filistin sorununa uzak durduklarını.
O dönemde Filistin sorununun siyasi iradesi Yaser Arafat önderliğinde El-Fetih idi. Bugün Filistin’de belirleyici siyasi güç Hamas’tır. Hamas’ın güçlenmesi yalnızca ne İran’ın desteği ile ne’de İslam diniyle açıklanabilinir. Ulusal soruna getirilen siyaset Filistin’de Hamasın belirleyici olmasını sağlamıştır. Burada dinin İslam dinin de büyük etkisi vardır. Emperyalist ülkelerin yüz yıllardır bölgeye dönük siyasetlerinde İslam dini aşağlanmış horlanmıştı. Emperyalistlerin iştahını kabartan Ortadoğu’nun doğal kaynaklarıydı. Emperyalist saldırılara karşı Müslüman halk anti-emperyalist karakterde bir duruş geliştirmiştir. Irak, Afganistan, İran ve Hamas bu sürecin bir parçasıdır. İslam dinin bu kadar güçlü olması da Ortadoğu merkezli oluşunda yatar. Son yüz yıldır emperyalistler sürekli Ortadoğu haklarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Halk bazen Arap milliyetçiliği ile bu saldırılar karşısında dursa da en belirleyici olan İslam dini olmuştur. Bu İslam dininden kaynaklanan bir şey değildir. Kiminin söylediği gibi İslam dini total bir dünya görüşüdür dolaysıyla hayatın her alanına müdahaleyi içinde barındırır dolaysıyla şeriatçılık Müslümanların (gizli veya açık) nihaiyi hedefidir. Bu bakış açısı bugün Ortadoğu’sunu, Türkiye ve diğer benzer ülkelerdeki din hassasiyetli siyasi partilerin güçlenmelerini anlamakta zorlanırlar.

Bazen sevmediğiniz, düşüncelerine katılmadığınız insanların duruşlarını onaylayabilir hatta destekte bile bulunabilirsiniz. Neden bizim sözde solcularımız ve milliyetçiler insani bir duruş sergilemekte bile zorlanırlar. Bunların hiç mi vicdanı yok. Erdoğan’ın tavrını nasıl olur da şovmenlik veya samimiyetsizlikle suçlarlar.
Bu nasıl bir ideolojidir ki insan olmayı bile becertemez. Hem bir an Erdoğan’ın sahtekâr olduğunu düşünelim nedir yani sorun Erdoğan’ın samimiyeti mi yoksa dünya ekonomisinin patronlarının toplandığı bir zirvenin dünya kamuoyu karşısında teşhir edilmesi mi veya dünya emperyalist sistemin içinde güç edinen İsrail’in Filistin halkına saldırarak Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma çabasının bir sonucu olan katliamın teşhir edilmesi mi, sözde demokrasiyi savunan batı toplumlarının bu katliamlara sessiz kalmasının teşhir edilmesi mi önemlidir, hangisi önemlidir beyler! Lütfen üzerinize giydiğiniz cellât gömleğini çıkarın!
Evet, yarın Erdoğan İsrail cumhurbaşkanı Şimon Pers ile tekrar görüşebilir. Davos’a da gidebilir Erdoğan. Bunlar beklenebilinecek şeyler. İnsansız uçaklar alabilir Erdoğan Ama Küreselleşme karşıtlarının düzenlediği Dünya Sosyalist Forumu’na katılmayacağını çok iyi biliyorum. Bütün bunlar eleştirilmeyecek anlamına gelmez. Eleştirirsiniz hatta sapına kadar eleştirirsiniz. Sol şunu beynine kazımalıdır; anti- emperyalistlik ne sosyalistlerin ne’de Kemalistlerin elindedir. Anti-emperyalist mücadelenin önderliklerine bakarak desteklenip desteklenmeyeceğine karar veremeyiz. Buna kimse karar veremez. Verenler dolaylı da olsa saldırgan emperyalistlerin saflarında kendilerini bulurlar.

Siyaset insanları kazanmak, güven vermektir. Ne kadar gerçek demokratsanız toplumsal sorunların çözümünde de o kadar gerçekçisinizdir ve doğru algılanırsınız. Eğer bugün siyaseten zayıf, cılızız diye yakınıyorsanız doğru siyaset yapamadığınızdan kaynaklanır.
Artık dünyayı sarsmanın o kadar da zor bir şey olmadığı, dünya kamuoyunun toplumsal tepkisini örgütlemenin hiç de zor olmadığını görmeliyiz. Yeter ki doğru siyaseti yapabilelim. Halka ön yargısız yaklaşıp anlayabilelim. Demokrasi ne askerlerle, ne Kemalistlerle ne’de milliyetçilerle gelecektir. Nüfusun ezici ağırlı Müslüman olan bir ülkede siyaset yapmayı herkes öğrenmelidir. Bugün Türkiye’de yaşayan Müslümanlar sözde demokratlardan daha demokrattırlar ve zihinleri daha açıktır. Erdoğan samimi mi, vicdanı var mı açıkçası bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren nüfusu bir milyon olan ve İzmir’in yarısı kadar bir şehrin dünyayı nasıl sarstığıdır. Filistin halkının direniş basıncı daha birçok başbakanı ve birçok Davos toplantılarını etkileyecektir. Bir gün gelecek küreselleşme karşıtı gösterici Daniel’in talebi gerçekleşecektir. Buna inanıyorum. Bunun için diyorum ki: DAVOS’A KİMSE GİTMESİN!

Pazar, Şubat 1 2 yorum

israil’in gazze kıyımı boyunca en çok işittiğimiz şey yakınma idi. araplardan, hamas’tan, amerika’dan, yahudilerin hepsinden yakınma. en mide bulandırıcı olanı araplardan yakınılması. araplar zaten osmanlı’yı arkadan vurmuşmuştan, pis milletmişmişe, apaçık ırkçılığa savruluveren fikirler. israil bombaları altında can veren pis araplar! israil’e de karşıyız araplara da!

diğer yakınma hamas’la ilgili olanı. hamas silahlı kanadı da olan siyasi bir parti. yaser arafat’ın uzun yıllar liderliğini yaptığı el-fetih uzlaşmacı bir çizgiye kayıp “emperyalist barış”ı kabullendikten ve iktidarda olduğu yıllar boyunca pek çok yolsuzluğa karıştığı ortaya çıktıktan sonra, filistin halkı yüzünü daha çok hamas’a dönmeye başladı.zaman zaman el-fetih ile hamas militanları iktidar için çatıştı. sonuç olarak hamas seçimlere de katıldı ve 1.5 milyon nüfusu olan gazze’de idare hamas’ta kaldı. hamas filistin hükümetinde de yerini aldı. gazze’de hamas’a katılmış bir üyesi olmayan aile yok gibi. yani hamas gerçek anlamıyla bir toplumsal parti. ama silah kullanıyorlar, ama laik değiller, ama demokrat değiller. evet bunlar doğru ama, direniyorlar! o topraklarda şu an için önemli olan tek şey kurtuluş. hamas israil işgaline direniyor ve filistin halkının önemli bir bölümünün desteğine sahip. türk hükümetinin yanı sıra uluslar arası politika sahnesinde giderek daha çok aktör hamas’ın ortadoğu barış sürecine dahil edilmesini öneriyor. büyük olasılıkla obama da bunu destekleyecek.

yakınmacıların belki de en önemli yakınması, bebekler öldürülürken tüm dünyanın sessiz kalması, israil’in arkasında abd’nin olması ve bu nedenle sokak gösterileriyle falan israil’in geriletilemeyeceği iddiaları. bu yenilgici bir ön-yargı sadece. bir kere tüm dünyanın sessiz kaldığı doğru değil. hükümetler düzeyinde evet, onca vahşete beklenen tepki yok. fakat halklar o kadar da tepkisiz değildi. dünyanın dört bir yanından yükselen protestolara israil vatandaşları da katılmaya başlamıştı. basit bir google araştırması bile bunu gösterecektir. artık mesele öyle bir hale gelmişti ki, yahudiliğin onurunu kurtarmak isteyen dünyanın çok başka noktalarından pek çok yahudi, israil katliamını net bir şekilde eleştirdi, kınadı.

batı kamuoyunun israil şiddetini onayladığı ise külliyen yalan. israil’in en önemli destekçisi abd’de yapılan son araştırmalar bunun kanıtı. pew araştırma kuruluşunun anketine göre, amerikalılar arasında israil’e sempati duyanların oranı iki yıl içinde yüzde 52’den yüzde 49’a gerilemiş durumda. 2006 yılında hizbullah’a yönelik israil operasyonunu destekleyen amerikan yuttaşlarının oranı yüzde 45 düzeyindeydi. gazze için bu oran yüzde 40. newsweek’ten jamal mahjoub’un yorumuna göre, ortadoğu batı’ya artık sanılandan daha yakın. “müslüman nüfusun avrupa’da giderek artması, ortadoğu’yu eskisi gibi uzaklarda, avrupalının tamamen yabancısı bir yer olmaktan çıkardı. azımsanmayacak sayıda müslümanın yaşadığı ingiltere ve fransa gibi devletler kendi vatandaşlarının ortadoğu’da yaşananlar karşısında daha sağlam bir ahlâki duruş talep etmeleri sebebiyle, bölgeye ilişkin kayıtsızlıklarının ülkelerinde çatışmaya yolaçtığını idrak etmeye başlıyor.”
bush’un işgalci dış politikasına duyulan öfke ise obama’nın kazanmış olmasıyla zaten ortada.

bizim “laik” eleştirmenlerimiz tertemiz bir direnişçi arayışı içindeler ve hamas karşıtlıkları nedeniyle atıl kalıyorlar. politikasızlığa sürükleniyorlar. ne soldan ne de sendikalardan gösterilere yeterli katılım olmamasının bir nedeni de bu. sonra da çıkıp, türkiye’de gösteriler bir merkezden yönetildi, yürüyüşleri iktidar yönlerdirdi, belediye otobüsleri adam taşıdı diye yakınmanın hiçbir politik anlamı yok! pardon, belki de pratik olarak çok eleştirilen abd ve israil siyasetinin yanına düşüvermek gibi bir anlamı olabilir.

öte yandan yakınmalar üzülmekten başka şey yap(a)mayan insanın ruhunu yıkama işlevi görüyor belki

Subscribe here