türk metal tarihi işçi sınıfına ihanetin tarihidir. işçi hareketi içinde birazcık bulunmuş, işçi kültürüyle azıcık hemhal olmuş herkes bunu bilir. türk metal faşist yuvasıdır. başkanlık makamı saltanat misali 20 yıldır v. mustafa (özbek)tarafından işgal edilmiştir. sarı sendikacılık türkiye'deki adını neredeyse bu sendikadan alır. sendikanın mal varlığı iki gündür yazıla yazıla bitirilemedi. v. mustafa yanında silahlı faşistlerle gezer, o bir sendika ağasıdır. işi işçi sınıfı içinde truvacılık oynamak, hareketi milliyetçi zehriyle bölmektir.
şimdi bu bilinmiyormuş gibi, hala "ergenekon operasyonu muhalifleri sindirme operasyonudur" diyen kimi güya solcular, v. mustafa'nın ifade vermek üzere alınması karşısında kıçlarını neden yırtıyorlar? faşistten muhalif olduğu nerede görülmüş? ergenekon fasa fisodurcular, kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesinden korkan sınıf düşmanlarıdır.

chp ve bilimum gerici türevi işçi sınıfından tokat yemeye devam etmeye mahkumdur! bu ülkede artık kesinlikle sosyal demokrat bir soldan sözedilemez.
yüzünü aydınlığa dönmüş samimi her insan antikapitalizmle, devrimci sosyalist solla irtibatlanmak zorundadır artık.
çaba biraz da onların boynunun borcudur...

Cuma, Ocak 23 0 yorum

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda siyasi partilerin sivilleşme süreçlerini çok sancılı geçirdiklerini söyleyebiliriz. Türk siyasetine yön veren bu partilerin pek çoğunun ideolojik olarak resmi ideolojiyi bir zırh olarak taşıdıklarını görürüz. Dolayısıyla resmi ideolojinin sürekli yeniden üretilmesi, yenilenmesi siyasetin sivilleşmesini sağlamadığı gibi siyaseti kaba retorik bir dil ile laik, milliyetçi, ulusalcı sınırlarda tutmuş olup siyasetten ziyade statüko ve militarizmden medet ummuştur.1950 yıllarına kadar Mustafa Kemal’in kurduğu CHP tarafından ülke yönetilmişti. 20’li yıllarda Mustafa Kemal’in silah arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası’nın bile bir yılını tamamlamadan kapatılması cumhuriyet kadrolarının demokrasisiz modernleşme anlayışının ilk göstergesidir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu yaklaşık 40 yıl tek parti aracılığıyla topluma hükmetmiş ve şekillendirmeye çalışmıştır. Bu modernleşme algısı merkezi otoritenin sağladığı olanaklarla topluma tepeden dayatılmıştı. Önce devlet otoriter örgütlenmiş ardından da bir etnik kök referans alınarak bir ulus kimlik yaratılmaya çalışılmıştır. Bu ulusal aidiyet uzun yıllar diğer etnik kimliklerin inkârını temel almasından dolayı cumhuriyetin yarattığı ulusal aidiyet günümüzde de canlılığını koruyan bir tartışma konusudur. Osmanlı İmparatorluk döneminde resmi ideolojinin payandası olarak kullanılan din cumhuriyet kadrolarınca dışlanmış kendi din anlayışını topluma dayatmıştı. Toplumun dini yaşayış ve algısı tek bir merkezden şekillendirilmeye çalışılmıştı. Resmi otoritenin geliştirdiği bu laiklik anlayışı toplumsal bir uzlaşmanın ötesinde halkın geleneksel dini örgütlenmelerini dışlanmasına yol açmıştır.

Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı ulusal kimlik nasıl tek bir etnik temele dayandırıldıysa din de tek bir dinin hatta o dinin tek mezhebi olan sunniliği halkın elinden alarak kendi anlayışı altında kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Tek devlet, tek din Kemalizm’in ideolojik payandası olmuştur. Bu laiklik anlayışı karşısında başta aleviler olmak üzere bütün dini mezhepler uzun yıllar baskı altında kalmışlardır.
Cumhuriyetin oluşturduğu ideolojik, kültürel kimliğin ulusal aidiyeti beslemediğini ve bu sorunsalın günümüzde hala tartışılır olmasından anlayabiliriz. Bunun ana nedeni de modernleşmeyi kendi ideolojik perspektifinde yorumlayan Kemalist ideolojidir.
Türkiye’nin siyasi hayatını belirleyen siyasi partilerin çoğu ulusal örgütlenmeyi eleştirisiz kabul eder. Bu anlayışı bir düstur gibi kabul eden siyasi partiler siyaseten ya statükocu muhalefet ile sınırlamış kendini ya da toplumsal değişimin karşısında yer alarak statükonun sahiki olarak kendini konumlandırmıştır. Türk modernleşmesinin demokratik muhtevasına katkı sağlayacak sosyal, kültürel yapılar ve siyasi partiler modernleşmenin ilk döneminde Kemalist sahikleri tarafından bertaraf edilmişti. Batıda bu toplumsal yapılar modernleşme sürecine katkı sağlayabilmişti. Modernleşmenin seküler veya laik algısı sosyal sürtüşmelere neden olsa da bu süreç başarılmıştı. Cumhuriyetin kuruluşundaysa aktif destekte bulunmasına karşı işçi ve emekçi kesim ulusal örgütlenmeden dışlanmıştır. Oysa işgal hareketine direnen etnik, dinsel ve işçi örgütleri kısa zamanda siyasileşerek işgale karşı Anadolulun çeşitli yerlerine giderek direnişlere katıldılar.1927 tarihinde yapılan nüfus sayısına göre Türkiye’de 13,6 milyon insan sayılmıştı. Her yıl 2 veya 2,5 milyon nüfusun artışı düşünülürse 1923–25 döneminde yaklaşık 11 milyon civarında insan vardı. Bu nüfusun 110 bini sanayi sektöründe çalışıyordu. Azımsanmayacak nitelikte olan işçi sınıfı ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşunda Kemalist kadrolar tarafından saldırılmış ve örgütleri dağıtılmıştı. İstanbul Amele Birliği 1922 yılında kurulmuştu. Zaten bu dernek Osmanlı İmparatorluğu döneminde dernek statüsünde örgütlenmiş işçilerin tarafından kurulmuştu. Ancak bu dernek kısa zamanda kapatılır ve yerine 1924 yılında Amele Teali Cemiyeti kurulur. Sendikal örgütlenme için hükümete baskı yapar ve sendikal örgütlenmesi için bir yasa meclise sunulur. Bu dönemde Şeh Sait isyanıyla birlikte Takriri Sükûn yasasıyla bütün muhalefet bastırılır. İşçi dernekleri de yasaklanır ve işçilerin önde gelenleri kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılanırlar. 1925–1933 döneminde yaklaşık 30 civarında grev yapılmıştı.
Cumhuriyetin kuruluşunda işçi ve emek örgütlerinin etkinliği söz konusu olmasına karşılık cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından dışlanmışlardır. Bu süreç cumhuriyetin anti-demokratik karakterini ortaya koyar. En çarpıcısı da Koçgiri, Dersim isyanlarının bastırılması ve 1938 yılında ‘sınıf esasına dayalı cemiyet kurulması’nın yasaklanmasıdır. Bu baskı dönemi 1946 yılına kadar sürer. Düşünme, örgütlenme ve grev yasağı 2. Dünya savaşının sonuna kadar sürer.
Türk modernleşmesinin bu denli halkı dışlaması Kemalizm’den kaynaklandığını belirtmiştik. Asıl can yakan sorunsa, günümüzde toplumsal sorunların ana kaynağı haline dönüşen Kemalizm’in belirleyici konumudur. Bu konumu en radikal eleştirecek siyasi akım sol ve sosyalist hareket olmasına karşın bu köklü eleştiriyi yapamamıştır. Oysa Uluslararası kapitalizmin Türkiye’de ikametgâhı Kemalist ideoloji ile sağlanmıştı. Kapitalizm karşıtı olarak kendini konumlandıran sol, kapitalizme ve emperyalizme karşı olmanın tek yolu Kemalizm’e karşı konumlanmaktan geçtiğini kavrayamadı ve bunun sonucunda siyasi alternatif seçeneğinden yoksun kaldı.
Kemalizm 1950 yıllarına değin takriri-sükûn yasası ve kurulan İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla diktatörlük dönemini aratmayan bir süreç yaşatmıştı. Modernleşme halkı dışlayarak anti-demokratik muhtevasıyla uygulanmaya çalışılmıştı. Bu dönemin ideolojik referansı batı aydınlanmasına atıfta bulunsa da iktidar ilişkisi temel alındığında batının en diktatöryal yönleri üstyapısal alanda kurgulanmış ve uygulamaya geçirilmişti. Türk modernleşmesinin eklektik yapısı bu nedenle uzun süre varlığını korumaya devam etmiştir. 1920 -1945 yılları arasındaki batının gerici olarak bilinen dönemi Türk modernleşmesini nasıl etkilediyse 2.Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan demokratik ortam da Türkiye’yi dolaylı olarak etkilemiştir. Bu dönemde cumhuriyetin kadroları gönülsüz de olsa belirli demokratik açılımlar yapmak zorunda kalırlar. Çok partili parlamento döneminin önü açılması, devletin desteğiyle Türk-iş kurulması bu dönemin ilk adımlarıdır. Sanayileşme ile birlikte gelişen sosyal sınıfların kontrolü Kemalist kadrolar tarafından sağlanmak istenmiş ve bu açılımlar kendi inisiyatiflerinde hayata geçirilmiştir.
Çok partili demokrasiye geçiş ile birlikte CHP’den ayrılan bir grup DP’yi kurar ve halkın büyük ilgisi sonucu iktidara gelir. Güçlenen sermaye sahiplerini ve köylülüğün desteğiyle iktidarını iki dönem sürdürür. Bu dönemde uluslararası sermayenin genişlemesinin etkisiyle de görece refah ve teknolojik gelişmeler görülür. Marshall yardımı DP’nin popülaritesini pekiştirir.

1960 askeri darbesi sonucunda DP kapatılır ve başbakan A.Menderes, Hasan Polatkan ve Fatih Rüştü Zorlu asılırlar. A. Türkeş’in içinde bulunduğu askeri bürokrasi 27 Mayıs 1960 yılında ‘ordu millet el ele ‘ şiarıyla askeri darbeyi gerçekleştirmişti. CHP’nin popülerliğini yitirmesi ve DP’nin kısmı demokratik açılımları Kemalist kadroları huzursuz etmişti. Darbe ekonomik sosyal örgütlenmenin biçimlendirilmesinden ziyade Kemalist asker ve bürokrasinin iktidar endişesinin bir sonucu olarak gerçekleşir. Kemalist asker ve bürokrasi kendi iktidarını sağlamlaştırır. MGK bu dönemde kurulur. OYAK yine bu dönemde örgütlenir. Kemalist kadrolar siyasi ve ekonomik kazanımlarını sağlamlaştırırlar. A. Türkeş bu darbenin ardından bir süre devlet içinde görev yapar. 1963 yılında T. Aydemir’in darbe girişiminde rol almaya çalışır ancak darbe girişimin ortaya çıkmasıyla yurt dışına gönderilir. Ardından Türkiye’ye döndüğü 1964 yılında Cumhuriyet Köylü Millet Partisine katılır. Bu parti bir yıl sonrada MHP olarak adı değişir.1944 yılında genç bir subayken Türkçülük- Turancılık davası nedeniyle bir yıl tutuklu yargılanmıştı. Türkeş’in ırkçı fantezileri darbe sırasında diğer üst rütbeli Kemalist kadrolar tarafından kabul görmemiş olsa gerek ki gerçekleşen askeri darbe çok kısa bir süre sonra iktidarını N. Erimin başkanı olduğu hükümete devreder. Bu hükümet askerlerin denetimindedir. Türkeş, ırkçı düşüncelerini hayata geçirmek için MHP'nin başına geçer ve uzun yıllar milliyetçi hareketin liderliğini yapar. 1960 sonrası gelişen siyasal mücadele içerisinde sürekli devletin ve resmi ideolojinin yanında durarak sivil-apoletli olarak mücadelesini sürdürür. Bu dönem 80’li yıllara kadar en kanlı dönem olur. Birçok siyasi cinayet ve katliamlardan sorumlusu olarak bu parti anılır.
CHP’nin aracılığıyla toplumun bütün kesiminin yönetilmesindeki sıkıntı DP’nin daha çok hazar görmesine neden olmuştu. Kemalist ideolojiyle şekillenmiş asker ve bürokrasi yasama, yargı ve parlamentonun üzerinde bir erk olarak kendini görmesi bu askeri darbelerin on yıl arayla gerçekleşmesine neden olduğu görülür. Türk siyasi tarihine yakından bakıldığında Kemalist ideoloji yargı bürokrasi üzerinde de önemli bir etken olmuştur. Askeri bürokrasinin klasik ve post-modern darbelerinde yargı orduyu ya yalnız bırakmamış ya da müdahalesine hukuksal gerekçeler üretmiştir.
1960 yılının sonlarında dünyada gelişen toplumsal muhalefet bir biçimde de Türkiye’ye yansımıştı. Bu dönemde gelişen sosyal sınıfların etkisiyle de sol siyasette etkin bir rol oynar. TİP’in kurulması ve parlamentoda temsil gücüne erişmesi, öğrenci derneklerin kurulması ve CHP’nin B. Ecevit’in önderliğinde sol söylemi benimsemesi bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Siyasetin yeniden sivilleşmesine tanık oluruz.
Merkezin ideolojik ve siyasi denetimi sosyal sınıfların gelişmesine paralel olarak sarsılır. Türk modernleşmesi sosyal sınıflar tarafından sorgulanır hale gelir. 68 gençlik hareketi Türk modernleşmesinden ideolojik anlamda kökten bir kopuşu içinde barındırmasa da demokratik özlemleri içinde barındırdığını söyleyebiliriz. 68 gençlik hareketi Kemalizm ideolojisinden kopuşu sağlayamadığı için soyut ve sembolik düzeyde ant-emperyalist niteliğiyle öne çıkmıştı. Bu zaaf Türkiye solunun uzun yıllar etkilemiştir. 68 hareketinin Türkiye’de sosyalist solun en büyük damarını oluşturmasının nedenini sosyal yapısında aramak gerekir. Öğrencilerin büyük bölümü Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelmesi dolaysıyla etnik sorunların farkında oluşları ve yoksul köylü, küçük üreticilerin üyeleri olarak sosyal konulara duyarlılıklarını artırmıştı. Bu anlamda Türkiye’de batıda olduğu gibi içine kapanık muhalif gençlik topluluklarına rastlanmaz. Gençlik sosyal taleplerini programatik düzeye çıkarıp biran önce siyasal sonuçlar elde etmeyi düşler. Bu sivilleşme 1970 askeri darbesiyle engellenir. Merkezi iktidar dünyada esen sosyalist rüzgârdan ve anti-komünist korkusundan süreci baltalar. Buna karşın gelişen sosyal sınıfların hareketlilikleri ve bağımsız örgütlenme becerileri siyasetin sivilleşmesi kısa sürede yeniden başlamasına neden olmuştur.
Sağ siyasetin Kemalist modernleşmeden kopuşu N.Erbakan önderliğinde MNP’nin kurulmasıyla süreklilik kazanmıştır. DP’nin yasaklanmasının ardından kurulan AP S.Demirel’in önderliğinde siyasi hayata yerini almıştı. Demirel, Demokrat Parti geleneğin devamı olarak nitelediği AP merkez Kemalist bürokrasisi ile daha ılımlı siyaset kurarak DP’nin uğradığı akıbete uğramamak için elinden geleni yapmıştır. Komünizm korkusuna karşı Kemalist bürokrasinin öne çıkardığı hukuk dışı mücadele yöntemlerine göz yumarak A:Menderes’in yapamadığını yapmış ve 90’lı yılların başında cumhurbaşkanı olarak ödüllendirilmiştir.
Sağ siyasetin popüler lideri N. Erbakan ve partisi defalarca yasaklanmasına karşın Kemalist bürokrasiye karşı alternatifliğini korumuştur. MNP, MSP, Refah Partisi ve FP olarak siyasi varlığını sürdürmüştür. 28 Şubat muhtırasıyla birlikte hükümetten istifa etmiş ve içinden AKP doğmuştur. Her ne kadar AKP, milli görüş çizgisini reddetse de siyasi iktidar döneminde Kemalizm’in kırmızıçizgileri olarak belirlenen temel siyasete karşı daha bağımsız siyasetleri öne çıkarmıştı. Başörtüsü yasağına karşı olması, Kürt sorununa yaklaşımı, Kıbrıs sorununa karşı, AB’ne karşı ve son olarak da Ergenekon soruşturmasına karşı aldığı tutumla kendini ortaya koymuştur. AKP’nin Erbakan geleneğini karşısını almış değildir. Yalnızca dindar sermayenin Türkiye ekonomisinde 90’lı yıllardan buyana hızla büyümesi, pazar alanının genişlemesi ve uluslararası sermaye ile bağlarının güçlenmesi nedeniyle daha liberalleşmişler dolaysıyla AKP’nin siyasetinde belirleyici olmuşlardı. Dindar hassasiyet konusunda Erbakan’dan farklı olmadıkları gibi siyasetin tıkanıklığı noktasından dini referanslar aynı ölçüde alınmıştır. Erbakan’ın zaten şeriat gibi bir siyasal hedefi olmadığından AKP’nin siyasal hedefinde de ne Erbakan karşıtlığı ne’de şeriat vardır.
Siyasetin sağ kanatta sivilleşmesi DP'nin ardından Erbakan dönemiyle sürdürülmüştü. Bu sürecin son kesintine 28 Şubat muhtırasıyla tanık oluruz. 28 Şubat Erbakan’ın Kemalist asker bürokrasisine boyun eğmesi ile sonuçlanır ki bu Erbakan’ın siyasi açıdan zayıflamasına neden olur.
Bu sivilleşme zora dayanan Kemalist bürokrasi tarafından kesilmiş ve Erbakan bu sürece göz yummuştu. Sağın sivilleşme süreci artık AKP’nin Başkanı T.Erdoğan’ın önderliğinde sürdürülür. Ergenekon soruşturmasında hükümet olan AKP ile Kemalist bürokrasinin sert karşılaşmalarında bunu gözlemek olası. Belki de bu sürecin sonunda Kemalist bürokrasi tavsiye olacaktır. Gerçi bunu söylemek için biraz erken ama en azından bundan sonraki süreçlerde Kemalist bürokrasinin siyaseten daha az belirleyici olacağı açıktır.
1980’lerin ortasında Kemalist bürokrasi ile zıt düşen Özal olmuştu. Özal, iki kutuplu emperyalist dünya siyasi sistemin çöküşünü öngörerek geliştirdiği siyaset hem geniş halk kesimlerince hem de büyük sermaye tarafından desteklenmişti. Halkın desteği 12 Eylül askeri darbesi ile beliren demokrasi özlemi olarak algılanmalıdır. Buna karşın Özal, Kemalist bürokrasi tarafından dışlanmış hatta ilk kez bir başbakan suikastta uğramıştı. Özal aslında 1950’li yılların AP’ sinden farklı değildi. Bugün AKP’sinin birçok siyaseti ile de örtüşür. Özal siyaseti sivilleşme sürecinde önemli bir mihenk taşı olduğunu vurgulamak gerekir. Özal’ın kurduğu parti olan ANAP, Demirel’in müdahalesi ve özelleştirme karşıtı gelişen işçi sınıfı hareketi karşısında yıpranmış nihayetinde Özal’ın Çankaya süreci ile de misyonunu tamamlamıştı. Özal geleneği dediğimiz sağ liberal siyasettin temsilcisi bugün AKP sürdürmektedir. AKP aynı zamanda da Erbakan geleneğinin devamcısıdır. Bundan dolayı da toplumda yoğun bir destek bulmuştur. Diğer sağ siyaset iddiasında olan DYP ve Yeni ANAP sivilleşme geleneğine karşı olan ve Kemalist modernleşme ile sorunu bulunmayan statükocu güçlerin eline geçmesinden dolayı siyasi alternatiflikleri artık söz konusu değildir. Toplumun değişimden yana olan ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaktırlar.
Sağda statükoyu ve Kemalizm’in en katı yönünü savunan hala güçlü olan MHP vardır. Siyasi krizin derinleştiği dönemlerde Kemalist askeri bürokrasi ile uzlaşmaları iki taraf için de sancısız olacağı görünmektedir. 1980 öncesi MHP’yi ideolojik açıdan besleyen siyaset komünizm karşıtlığıydı. İşçi ve emekçi hareketin bağımsız olarak geliştiği ve siyaseten varlığını hissettirdiği dönem MHP’nin hedefi olmuştu. Her demokratik eylem komünist kışkırtıcılığıyla suçlanmış ve şiddet temel alınarak bastırılmaya çalışılmıştı. MHP’nin bu hoyrat saldırısı devlete ve askeri bürokrasiye kendini alternatif olarak sunmasında yatar. MHP’nin kurucu lideri olarak biline A. Türkeş aynı düşüncelerle 1960 yılında askeri darbeye kalkışmış ama başarısız olmuştu. Albaylık rütbesi ile kalkıştığı bu hareket sonucu cezaevine girmiş ve tırnakları sökülmüştü. Kemalist askeri bürokrasi o dönemde bu darbeyi sahiplenmemesini nedeni kendi emir komuta hiyerarşisi içinde gerçekleşmemesinde yatar.
Ancak A. Türkeş siyasal mücadelesini MHP içinde yürütür. 80’li yıllarına kadar da siyasi mücadelesinin merkezine anti-komünizmi koyar. Gösterdiği performans sonucu 1. ve 2. milliyetçi cephe hükümetlerinde yer alarak devlet içinde kadrolaşmasını sağlar. 90’yılların başından ölümüne kadar Türkeş gelişen Kürt hareketine karşı en hoyrat siyaseti benimser.
Türkeş’in ölümüyle MHP hiçbir geleneğini sahiplenerek anti-Kürt siyasetini devam ettirir. 80 sonrası toplumsal muhalefet sokakta kendini hissettirmediğinden dolayı sokak hâkimiyetine dönük siyasetten ziyade parlamento düzeyinde siyasetini yürütmektedir. MHP bu süreçte ‘değişmiş’ olarak algılanması büyük bir siyasi körlüktür. Dönem dönem asker cenazelerinde ve Kürt mahallelerinde kitlesel sindirme eylemlilikleri MHP’nin gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. D. Bahçeli’nin kısa aralıklarla Kemalist bürokrasiyi ve sermaye guruplarını sert bir dille uyarmasında siyasal iktidara açlığını ortaya koyar. CHP ve MHP’nin gerek Cumhuriyet Mitinglerinde gerek Ergenekon sürecinde aldıkları ortak tutum Kemalist bürokrasiye göz kıpmam amacındadır. Askerin siyasete müdahalesi istenmekte hatta siyasi boşluğun yaratılmasıyla Kemalist siyasetin en katı uygulayıcısı olarak bu siyasi boşluktan medet umduklarını geçtiğimiz dönemde yaşadık ve gördük. Cumhuriyet Mitingleri 28 Şubata benzer sonuçlarının yaşanmasına yol açabilirdi ve bu iki partiyi zahmetsiz bir biçimde iktidara gelebilirdi.
Kendini solda tanımlayan CHP 80 sonrası milliyetçi çizgide kendini konumlandırması işçi hareketinin zayıflığından kaynaklanır. Unutmamak gerekir ki CHP’nin işçi hareketiyle kurduğu bağ samimiyetten uzak olmuştur. 1960’lı yıllar gelişen işçi hareketi ve kurulan TİP’e karşı CHP’nin işçi ve emekçi sınıfına yüzünü dönmüştü. Gelişen sınıf hareketin kontrolü CHP için önemliydi. Ne de olsa devletin partisiydi ve gelişen hareketi kendi iktidarı için bir tehdit olarak algılıyordu. 90’ların başında yeniden açılan CHP Kemalist ideolojinin katıksız savunucusu olmuştu. D. Baykal’ın iktidarıyla ortaya çıkan bu süreç sağ siyasette sivilleşen siyasi partilere karşı CHP’nin konumlanışında bunu gözlemek olası. CHP için toplumsal tehlike şerait olarak tanımlanmakta olup buna karşı geliştirilen siyaset merkezi bir unsur olarak kabul edilir. Toplumsal sorunun tepesinde laik ve anti-laik çatışma olduğu savıyla siyasetine süreklilik kazandırmaktadır. Bunun yanında Kürt sorununa yaklaşımda yine katıksız Kemalist bir savunma sunmaktadır. Dolaysıyla bu siyaset CHP’yi statükoculuğun cenderesine koymaktadır. Ergenekon soruşturmasında geliştirdiği tutum az önceki saptamalarımın ışığında beklenen bir tavrın sonucu olarak algılanmalıdır. Sonuç olarak CHP siyasetin sivilleşmesi ekseninden çıkıp siyasetin resmi ideoloji ile bağını güçlendirmesi ekseninde konumlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sosyalist sol Türk siyasetinden uzun yıllar boyu dışlanmıştır. İlk saldırı Kemalist kadrolarca 1921 yılında Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katledilmesidir. Kemalist kadrolar komünist hareketi cumhuriyeti il yıllarından beri tehdit olarak algılamıştır. O dönemde Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı almaları Kemalist ve batı devletleri için bir tehdit ve tehlikeydi. Bu durum Kemalist asker bürokrasinin ulusal örgütlenmeyi kendi iktidarları doğrultusunda örgütlenmelerinde bir avantaj olarak kullanmışlardı. Bu doğrultuda yapıla pazarlıklarda Kemalistler büyük avantajlar elde etmişleri. Lozan Antlaşması Kemalistlerin zaferi olarak algılanması bu nedenledir.
2. Dünya savaşının ardından Kore Savaşı ve DP’nin iktidarıyla siyasi ortamın canlılık kazanır. ‘Halkçı- Demokrat’ kavgası sol sağ olarak belirginleşmeye başlar. 1960’ların ortasında TİP’ meclise girer. O dönemde 68 hareketi dünyada sol bir rüzgâr estirir. Türkiye’deki gençlikte bu durumdan etkilenir. Birçok mitingler ve kitle gösterileri düzenlenir. Kurulan gençlik dernekleri siyasi açıdan çok etkinlerdir. Türkiye tarihinde ilk kes soldan sivil ve kitlesel bir hareket doğar. Sivilleşme o denli güçlüdür ki Rusya’nın Çekoslovakya’ya işgali, Rusya'da iddia edilen sosyalizme yakın olmasına karşın TİP tarafından protesto edilir. Bu dönemde DİSK kurulur. Solun işçi hareketiyle bağlarını geliştirdiği yıllardır. 1960 ve 1970 dönemi demokrasi talebinin, öğrenci ve sınıf hareketinin yükseldiği dönemdir. Bu demokratik hareketlik CHP’yi de belirmeye başlar. Kurulan koalisyon bu sürecin bir yansımasıdır. Parlamentoda TİP milletvekillerinin muhalefeti Kemalist asker bürokrasi için bir tehlike olarak algılanır. Sosyalist Devrimci hareket olarak örgütlenen gençlik hareketi TİP’in mücadele perspektifini sistemle uzlaşmayı öngördüğü iddiasıyla bağımsız örgütlenmeye başlar. Sol siyasetin sivilleşme süreci işçi sınıfı ve demokratik kamuoyunun gelişmesine paralel olarak yaşandı. 1970’de 15–16 Haziran işçi eylemi sınıf hareketinin siyasal düzeyini ortaya koyar. 1965–1969 seçimleri AP’nin iktidarı söz konusudur. Demirel başbakan olarak görevini sürdürür. Demirel’in AP’si Demokrat Partisi'nden daha çok merkeze yakındır. DP’nin sivilleşme çabasından çok uzaktır. Bunun nedeni; daha sonraki yıllarda Demirel'in siyasi yaşamında aldığı tavırlara ve görevlere dikkatle bakıldığında anlaşılacaktır. 1961 yılında kurulan MGK hemen hemen her dönemde siyasi ağırlığını hissettirmişti. Ordu içinde ‘sol subayların’ darbe girişimi öne sürülerek 1971’de ordu iktidara el koyar ve Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulur. TİP kapatılır ve birçok tutuklamalar beraberinde gelir. Sosyalist gençlik hareketi liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilirler Mahir Çayan ve arkadaşları Tokat’ın Niksar ilçesi Kızıldere köyünde katledilirler. Bu sindirme hareketi toplumun geneline dönüktür. Gelişen demokratik ve sivilleşme hareketinin tehdit olarak algılanması darbenin gerekçesi olmuştu. İsmet İnönü Nihat Erim hükümetini destekler ancak B. Ecevit buna karşı çıkar ve bunun sonucunda parti liderliğine seçilir. CHP’nin sivilleşme sürecinin ilk işaretidir. Darbenin yarattığı hasar gelişen demokratik kamuoyunun önünü alamaz. 1980’li yıllara kadar sosyalist devrimci sol parlamentoda olmasa da sokakta siyasi bir güçtür artık. Milliyetçi- ırkçı sağ bütün azgınlığıyla işçi eylemlerine ve sosyalist sola saldırarak sokak hâkimiyetini kurmaya çalışır. Uzun yıllar bu görevi yerine de getirir. 80’li yılların başına gelindiğinde sağ-sol çatışması öne sürülerek askeri darbenin meşruluğu sağlanır ve askeri darbe 12 Eylül 1980 yılında yapılır. Darbenin bilânçosuna gelince; 517 kişi siyasi nedenle idam edilir, 171 kişi işkence yüzünden yaşamını yitirir, 650 bin kişi gözaltına alınır ve binlerce kişi fişlenir.
Türk sosyalist solu örgütlenmeye başladığında karşısında sürekli çatışacak güçler buldu. Dolaysıyla kendi siyasal bağdaşıklarını eleştirme sürecinde bulunamadı. Türk sosyalist hareketi dünyanın çeşitli yerlerinde sosyalizm adına alınan iktidarlara sempatiyle bakıyordu ve onlardan etkileniyordu. Türkiye’de hayata geçirdikleri siyasetin büyük ağırlığını bu anlayışlar belirliyordu.
Bu Stalinzm veya 3. Dünya sosyalizm anlayışıydı. Aşamalı devrim kuramı, mücadelenin iktidarla devrimciler arasında görülmesi 12 Eylül darbesi karşısında yenilgilerini sağladı. Sosyalist sol her ne kadar mücadele anlamında sivilleşse de ideolojik açıdan resmi ideoloji halini alan sözde sosyalizm anlayışlarına bağımlıydı. Bu anlamda sosyalist solun 1970- 80 döneminde tam bir sivilleşme yaşamadığını söyleyebiliriz. Sosyalist solun Kemalizm ile olan sıkı bağını da anmak gerekir. Kürt hareketinin sol devrimci güçlerin önderliğinde gelişmesinin ana nedeni de Kemalizm eleştirisini yapmalarından kaynaklanır. Kürt siyasi önderleri kendi etnik kimliklerinden dolayı ayrıca ezilmeleri Kürt sorunun siyasal anlamda kavranmasını neden olmuştu.
1980 sonrası sosyalist sol ideolojik olarak uluslararası sosyalist bilinen rejimlerin çöküşü ile birlikte yoğun bir tartışma sürecin içinde bulur kendini. Bu olumlu süreç ne yazık ki hakkıyla değerlendirilemedi. Sosyalist solun kitle tabanı olarak gördüğü işçi ve emekçi sınıfların içinde güç kazanamadığı gibi günümüze kadar güçlü bir siyasi alternatif de olamadı. Kendi zayıflıklarını sürekli 12 Eylül darbesini gerekçe göstererek örtmelere çalışmaları bunun göstergesidir. Oysa bu uzun dönemde 89 bahar eylemleri ve birçok kitle hareketi söz konusuydu. 80 sonrası siyasi ortamın belirleyici gücü sağ sivilleşmiş partiler olmuştur. Bu kitlesel güç sol ve sosyalist sol tarafından görülmemiştir. Oysa bu partiler sürekli değişimi dile getirmeleri ve anti- demokratik uygulamaların eleştirisiyle güç kazanmışlardı. Solun temsil etmek istediği bu alan sağ partilerin etkisi altına girmişti. Gerek Refah partisi gerek AKP sol tarafından doğru analiz edilemedi. Ergenekon soruşturmasında solun ya taraf olmayarak ya da soruşturmaya karşı durarak bu kitleden iyice uzaklaşmıştır. Topluma bu nedenlerden dolayı güvenmeyen sol siyaseten iyice silikleşmiş, siyasal mücadelenin önderliğinden dışlanmıştır. Bu süreçte sol Kürt hareketine ya akıl vermeye çalışmış ya da Kemalist kırıntılarla eleştirmeye çalışmıştır. Solun en önemli siyasal ittifakı olan Kürt hareketinden uzak durması da solun güç kaybetmesinin nedenleri arasında görülmelidir.
Türk siyasi hareketine baktığımızda sivilleşmeye çabalayan ve bunun dilini öne çıkaran partilerin toplumsal güç olduklarına tanık oluruz. Dolaysıyla toplum aslında değişimden ve demokrasiden yana olduğu rahatlıkla söylenebilinir. Bu anlamda sol ve sosyalistler için umut verici bir ortam vardır Türkiye’de. Sorun bunu görmemekte ve buna uygun siyaset yapmamakta yatar. Sağ Özal'ın ANAP'ı, Erbakan'ın Refah Partisi ve T. Erdoğan'ın AKP'si ile birlikte sivilleşmeyi becerirken Kürt hareketi de DTP ile bunu başardı. Türk solu ve sosyalist hareket henüz bu sivilleşmeyi başaramadı. Eğer başarırsa toplumu daha iyi anlayacak ve siyasi bir güç olacaktır. Darısı bizim başımıza.

Perşembe, Ocak 22 0 yorum


subcomandante marcos'un gazze üzerine konuşması.

Cumartesi, Ocak 17 0 yorum


“özür diliyorum” kampanyasını türklüğe hakaret ettiği gerekçesiyle dava etmişler. davanın ya da internette orda burda "ben özür dilemiyorum" gibi sadece komik görünen girişimlerin son derece tehlikeli olabileceğini düşünüyorum.

düşünsenize bir. birileri kendi adlarına, 1915'te olanlar adına özür diliyor, devlet özür dilesin falan da demiyorlar -ki bence aslında özür borcu devletin boynundadır ya, başkaları da kalkıp "ben özür dilemiyorum" gibi kontrataklara girişiyorlar. yahu siz zaten özür dilemiyordunuz ki! n'oldu şimdi birden "dilemiyoruz" diyorsunuz, damarlarınıza mı basıldı? damarlarınızda dolaşan "asil türk kanlarınız" mı dondu? eğer öyleyse, "ermeni tehciri sırasında olup bitenleri vicdanımıza sığdırıyoruz" diye bir kampanya yapın bence.

bu memlekette ermeni sözcüğü, hakaret olarak kullanılır. bu memlekette "madem ki ermenisin, istemeden vermelisin!" gibi veciz sözler dolaşır asil kanlar dolaştıran damarların bağlandığı beyinlerde.

birileri ermenileri ve yahudileri hedef alan ırkçı gösteriler yapmaya başladılar bile. köpekler girebilirmiş, yahudiler ve ermeniler giremezmiş! Öyle yazmış hayvanlar pankartlarına. hayvan dostları! ermeni bir basketbol takımının oyuncularına, bush'la özdeşleştirmiş olacaklar ki ayakkabı falan fırlattılar geçenlerde. demeye çalıştığım şey şu. tanıdığım liberal, ılımlı insanlar, "özür dilemiyorum" gibi kampanyalara destek olduklarında ırkçılık yükseliyor. türkiye'yi parçalayacak olan da bu ırkçı milliyetçilik.
bu ılımlı sayılabilecek insanların kampanyaya itirazlarından birisi de tarih kurumu'nun iyi niyetine rağmen “karşı tarafın” bir türlü arşivleri açmaya yanaşmaması. ermeni meselesinde son yıllarda tarih kurumu'nun "arşivleri açalım" hamlesi, karşı tarafın yutmayacağı kadar kof bir hamle. asıl mesele genelkurmay arşivi'nin açılabilmesidir. bu arşivden devlete çok yakın "embeded" gazeteciler dahi çok sınırlı bir şekilde yararlanabiliyor hala. yani gerçekler ermenilerin anlattığı gibi değilse de resmi tez'in anlattığı gibi de değil muhtemelen. 1 milyon türk öldürüldü gibi bir iddia var, mesela. ya allah aşkına, bir tane toplu mezar yok ama! olması gerekmez mi? oysa bugün dışişleri yetkilileri dahi 400 bin kadar ermeninin hayatını yitirmiş olabileceğini kabul ediyor artık, uluslararası toplantılarda. adına soykırım demesek bile -ki kampanyanın sözcülerinden baskın oran bu kavramı asla kullanmaz ve kullanmanın çözümsüzlüğü dayatmak olduğunu savunur, ortada kitlesel bir ölüm olduğu ortadadır. o şartları tartışmak, o şartlarda bunun gerekli olduğunu savunmak, zaman makinesine binip o günlere dönmeye pek hevesli ittihatçıların işidir bence. ben enver paşanın torunu değilim, doğrusunu isterseniz...

resmi tarih ne diyor? asıl soykırımı ermeniler yaptı diyor. tabii ki ermeni çeteleri türkleri öldürdü. terör eylemleriydi fakat bunlar. unutmayalım ki ermeniler yönetilenlerdi ve bağımsız bir ermenistan hayaliyle yanıp tutuşan ermeni milliyetçileri terörist eylemlere girişti. aynı dönemde balkanlarda da benzer şeyler oldu. sırp terör örgütleri, o zamanlar çete deniyordu -rusya'da narodnik partisi mesela suikasti bir siyasal yöntem olarak ilk kez benimsemişti, bu tür örgütlerin çoğu da sol eğilimli oluyordu ve troçki, "terorizm ve sosyalizm" adlı uzun makalesini yazmak zorunda kalmıştı, ilk kez adını koyarak. ancak bu teşkilatların müdahaleleri çoğunlukla sınırlı kalmıştı rus veya osmanlı imparatorlukları karşısında. kaldı ki zaten uyguladıklarına soykırım diyen de yok. varsa da duygusal cahillerdir. ancak diğer yandan, devletlerin uyguladığı terör, daha doğrusu bir devletin hakim ulusunun silahlı olanlarının uyguladığı terör, soykırım boyutuna varabilir, sonuçta asimetrik güçlerden sözediyoruz. ya da bizim örneğimizde olduğu gibi büyük bir felakete neden olabilecek kararlar devlet katında alınabilir ancak. börtüydü, böcekti, kıştı kurttu, açlıktı, soğuktu mazeretleriyle, bir kaç yüz, hadi bilemedin bir kaç bin teröristin eylemlerini gerekçe ederek, yüzbinlerce insanın ölümüne neden olacak bir karar alıyor ve bunu "osmanlı'nın torunlarıyız" fikri arka planıyla bugünün masum türklerinin vicdanını zehirleyecek şekilde savunuyor veya unutturmaya çalışıyorsan hiç de sağlıklı bir ülke ve toplum yaratmıyorsun demektir... birileri çıkar dava açar, başkası kalkar, pabucu delik bir delikanlıyı daha ensesinden vurur. faşistler avuçlarını ovuşturur, ergenekon avukatı sosyal-demokratlar, ulusalyalılar falan da kına yakar götlerine!

Cuma, Ocak 9 0 yorum


ergenekon'da onuncu dalga! cumhuriyete karşı yapılmış yarı-faşist baykal'a bakılırsa. bir grubun ağzından artık ezberlediğimiz cümleler dökülüverdi hemen: "bu son operasyon, yanyana getirilmesi mümkün olmayan şahıslar üzerinden, amerika'nın emriyle başlatılmış, cumhuriyetin değerlerini yıkmaya yönelik siyasi bir hamledir."
destur! bu açıklamaların neresinden tutsanız dökülüyor. "nerden baksan ahmakça!" bir kere bu adamların hepsi bir şekilde birbirini tanıyor. aynı ortamlarda bulunmuşlar. telefon görüşmeleri yapmışlar. birinin bilmemnesiyle ötekinin bilmemnesi ilişkide. gün gibi ortada yani bir yerlerde yan yana oldukları. son dalgada akli melekeleri yönünden gözaltına alınmasına şaşırdığım, insanları adlarından yola çıkarak hain ilan eden sözde prof -kaldı ki bence profların çoğu sözdedir, tutarsız bir darbe yanlısı yavşak olan yalçın küçük gözaltına alınmış. ırkçıdır kendisi, açıkça darbe destekçisidir. sabih kanadoğlu denen sözde hukukçu -kaldı ki bence hukukçuların çoğu sözdedir, zaten darbe yapmış bir ekibin içindedir. 28 şubat darbesinin tezgahçılarındandır. diğer emekli paşaların tamamı 28 şubatçıdır. batı çalışma gurubu denen illegal darbeci oluşumun içinde yer almışlardır. bir dönemin seçilmiş iktidarını, halk iradesini hiçe sayarak iktidarı tanklarla deviren bu zevat şimdi savcıya ifade vermek üzere gözaltındadır.

eski özel harekat daire başkanı ibrahim şahin de alınanlardan. açık bir kontrgerillacı olan bu adam susurluk hükümlüsüdür. suçluluğu kanıtlanmış bir adamdır.
gözaltına alınan subaylardan birinin evinde bir cephane çıkmıştır. ibrahim şahin'den ele geçen krokilerden edinilen bilgilerle, ben şu yazıcağızı yazdığım sıralarda ankara kırsallarında cephanelik aramaları yapılmakta.

türkiye'nin gün yüzüne çıkmayı bekleyen yakın tarih gerçekleri var. maraşlar var, 1980 darbesi var, susurluk var, şemdinli var, 28 şubat darbesi var, 2003-2004 darbe girişimleri var, şimdi ilişkili olduklarından şüphelenilenlere dönük bir operasyon da var. bu davayı karalamaya çalışanlar, bilin ki tüm bu aydınlanmamış gerçeklerin karanlıklarında saklanmak isteyen komploculardır, sağdan ve "sol"dan komplocular!

türkiye'nin sağı ortadaydı zaten. solunun ne bok olduğu çıkacak ortaya ve o zaman antikapitalist solun önü açılacak. kendine sol diyen chp'nin, tkp'nin, ip'nin çırpınışları bundan...

Perşembe, Ocak 8 0 yorum

İsrail, Gazzelilere "ya Hamaslısın ya da insan" mealinden mesajlar yolluyormuş ceplerden. Gazze Hamas'ın. Hamas'ı İran destekliyor. Hamas'ı Araplar değil, Acemler destekliyor. Araplar yolsuzluğa batmış "yollu El Fetih'in arkasında. Dolayısıyla Amerika'nın. Savaş İsrail ile Acemler arasında. İsrail iki yıl önce İran destekli Lübnan Hizbullah'ından ciddi bir şamar yemişti. Bu savaş onun rövanşı gibi. Bu kez Hamas açısından jeopolitik çok da avantajlı değil. Coğrafya kuşatılmış çünkü. Açın ve haritaya bakın: http://filistin.haritasi.com/
Ama mesele bu değil. Katliam sapına kadar! Dünyanın iyi insanları vicdan muhasebesinde. Çaresizlik hissi hakim. Batı, ne yazık ki solu da dahil olmak üzere sessizliğe gömüldü. Ne de olsa Hamas şeriatçı! İsrail laik oysa! Şu batı-merkezli düşünce bunca sefil işte ve hücum etmiş durumda kanına kadar şu sol dediğimiz cenahın. Bu arada, memleketin saadeti, o denli olmasa da solu molu da ayakta da, ulusalcısı dut yemiş, bülbül olmuş durumda! Laikler ya şerefsizler, o bakımdan anlamak lazım galiba. Kısası, Amerika birlikçisi Arap tayfası, bizim kemalistlerle elbirliği içinde “Hamas ezilsin de n'olursa olsun” garabetinde bir sessizlik içinde. Ama bu da mesele değil.

Çünkü, hem Hamas beklenenden daha fazla bir direniş gösterip İsrail'in kayıplarını artıracaktır, bu kesin, böyle olunca İsrail kamuoyu ayağa kalkacaktır, hem de İsrail Gazze'yi tamamıyla ele geçirse dahi -ki zaten yeni çekilmişti, zafer kazanmış sayılmayacaktır. Böyle olursa El Fetih'in önü açılmış olmayacaktır. Direnen tek kuvvet Hamas'sa İran bölgedeki nüfuzunu artıracaktır. Erdoğan sanırım bunun farkında olarak İsrail'e böyle şarlamaktadır. Erdoğan'ın İran-Suriye ekseninde ve lehinde ürettiği söylem, büyük ihtimalle Obama'nın olası Ortadoğu siyasetine bir karşılama mahiyetinde. Obama'nın İran'ı muhatap alacağını varsayan bir dış siyaset. Türkiye'nin bölgesel bir güç olma doğrultusunda, İran'dan daha çok muhatap alınma arzusunun yansıması ve emperyal bir konumlanışa attığı bir adım olarak okunmalıdır.

Antikapitalist solun yapması gerekenler içte ve dışta belirginleşmektedir. İçeride Ergenekon'un tam bir deşifrasyonu için mücadele etmek. Türk devletinin tarihsel hatalarının hesabını sormak. Bu vesileyle egemen ulusun milliyetçiliğine darbeler indirerek işçi sınıfını kapitalist krize karşı birleştirmek. Dışarıda Ortadoğu'dan başlayarak korsan devlet İsrail'le ve ABD ile yapılmış askeri, ekonomik, diplomatik tüm anlaşmaların iptalini ve komşu ülkelerle barış için gerekirse her türlü tazminatı talep eden bir barışçıl aktif siyaset izlemek: Egemen sınıfın kalbine indirmek, Irak ve Filistin halkı için, Ermeni, Rum, Kürt ve Türk, ezilen tüm kadın ve erkek emekçilerin hayatları için...

Salı, Ocak 6 0 yorum


1946'dan 2008'e filistin'in adım adım nasıl işgal edildiğinin resmi.. ilk büyük dalga 46'dan 47'ye gerçekleşiyor. gazze, ramallah, darusselam ve nablus dışında her karesi işgal altında. sonraki yirmi yılda, 67'ye dek yani, darusselam'a girilmiş, gazze şeridi de iyice daraltılmış.bugün ise sadece ramallah, nablus ve gazze'nin sadece bir kısmı filistin toprağı. ve hala hamas'a terörist deniyor ve hala arap direnişi küçümseniyor ve hala boka batmış, işbirlikçi el-fetih nostaljisi yapılıyor bu memlekette ve hala sözümona laik sol filistin'de kendi meşrebine uygun bir direnişçi arayışı içinde, rüya alemlerinde temaşa izleyicisi haliyle ahkam kesiyor!