Aradan 29 yıl geçmesine karşın darbecilerin lideri, zamanın genelkurmay başkanı Kenan Evren hâlâ yargılanamadı. En küçük bir rahatsızlığında devletin kaynaklarıyla hemen tedavi edilip yaşamını sürdürüyor. Pek tabi tedavi olsun, her şeye rağmen insandır ama yaptığı darbenin yanlış olduğunu, cezalandırılması gerektiğini hem kendisi, hem de kamuoyu bilmelidir. Darbenin mahkum edilememiş olması bu konuda toplumsal bir talebin oluşmadığını da göstermektedir. Pek çok ülkede askeri darbe gerçekleştirenler ülkelerinde yargılandılar.

12 Eylül darbesinin getirdiği ’82 anayasası 29 yıl geçmesine karşılık köklü olarak değiştirilemedi. Darbeciler bu anayasayla kendilerini güvence altına aldıklarından, 29 yıl boyunca toplum sık sık darbe tehdidine maruz kalabildi. 28 Şubat bu güvencenin verdiği cesaretle gerçekleştirilmiştir. 28 Şubat darbecileri de yargılanmalıdır.

Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbe girişimcileri ise bugün Ergenekon sanığı olarak tutuklu yargılanmakta. Onlar yargılanırsa 1980 askeri diktatörlüğü ve diğer darbelerin yargılanmasının da önü açılacaktır.

AKP hükümeti darbe teşebbüsçülerinin yargılanmasının önünü açmıştır. Ergenekon savcılarınının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından görevden alınmaya çalışılmasına karşı çıkarak soruşturma sürecini desteklemiştir.

Türk solu bu süreçte darbecilerin yargılanmasını istemeli ve Ergenekon soruşturmasının peşini bırakmamalıdır.

’80 askeri darbesinin hala sürdüğünü iddia etmek siyasi gelişmeleri anlamamak anlamına gelir. Bir kere, askeri diktatörlüğün sürdüğünü ima etmek demektir. Aradan bunca yıl geçti; sendikalar, siyasi partiler kuruldu ve seçimlere katıldılar. Bu seçimlere sol ve sosyalistler de katıldı. Bu süreçlerin yaşandığı yerde 12 Eylül’ün devam ettiği söylenemez, devam etseydi bırakın seçimleri hiçbir muhalif ses duyamazdınız.

Darbe anayasası temel maddelerde değiştirilememiştir. Bu doğru. Ancak değiştirilemedi diye 12 Eylül sürüyor demek, sınıf mücadelesinin, insan hakları ve demokrasi mücadelesinin kazanımlarını görmezden gelmek demektir. Sermaye sınıfının değişen ihtiyaçlarını bile doğru dürüst kavrayamamak demektir.

Bugün Silivri’de darbeciler yargılanıyor. Eğer onlar yargılanıp cezalandırılırsa; 12 Eylül, 12 Mart ve 1961 darbelerinin yargılanmasının önü açılır.

Oysa kendini solda gören anlayışılar 12 Eylül darbesinin yargılanmasıyla kendilerini sınırlı tutarak 28 Şubat ve 4 askeri darbe girişiminin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Son 10 yıldır yaşananlar sanki yaşanmamış gibi davranılmaktadır.

12 Eylül öncesi sermaye örgütleri TİSK, MESS ve TÜSİAD darbenin gerekli olduğuna dair birçok kampanyanın altına imza atmışlardı. Darbe öncesi TİSK Başkanı Halit Narin bu durumu veciz bir şekilde “Devlet güvenlik mahkemeleri olmadan üretim olmaz” diye açıklamıştı. Darbenin hemen ardından yine Halit Narin; “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” ve Vehbi Koç, “12 Eylül devletin yeniden kurulmasıdır.” açıklamalarını yapmışlardı. Darbelerin yalnızca askerlerin veya ABD’nin kafasından çıkmadığının, sistemin ürettiğini birer sonuç olduğunun güzel kanıtları…
Eğer darbenin 29. yıldönümünde “AKP 12 Eylül faşizminin devamıdır” veya “29 Yıldır 12 Eylül - Darbeciler Hesap Verecek” afişlerinin içine Evren, Özal ve Erdoğan’ın resimlerini yan yana koyarsanız; siyaseten, sapla samanı karıştırmış olursunuz. TKP ve ÖDP bunu yapmaktadır. Bu iki afiş Türk solunun neden milliyetçi konuma düştüğünün tipik göstergesidir.

12 Eylül askeri darbesini faşizmle özdeşleştirip AKP’yi bunun bir devamı olarak görürseniz sadece şu anki hükümeti düşman belirler, öncekileri ve sistemin bütününü gözlerden kaçırır ve siyasetinizi bunun üzerine kurarsınız. Evren, Özal ve Erdoğan resimlerini yan yana koyarak siyasi gelişmelerin anlaşılmasının önünü kapatırsınız. AKP’yi 12 Eylül cuntansının ortaya çıkardığını söyler toplumun büyük çoğunluğunun bu partiyi neden desteklediğini anlayamazsınız. 1979'dan beri Kürtlerle yürütülen kirli savaşı açıklayamazsınız.

CHP de 12 Eylül’ü farklı değerlendirmiyor. AKP’yi 12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak görüyor. Türk solu ve sosyalistlerinin pek çoğu, toplumu anlamak gibi bir dertleri olmadığından, geniş kitlelerin kandırılmış cahiller olduğunu düşünür. Böylece, CHP, TKP ve ÖDP aynı kulvarda at koşturur!

Darbeye Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu geçtiğimiz yıl 21 Haziran gösterisinde binlerce kişiyi darbeye karşı harekete geçirdi. Türk solu ve sosyalistlerinin önemlice bir kesimi bu koalisyona ‘İslamcılar’ ile birlikte eylem yapılmayacağını öne sürerek katılmamışlar ve eleştirmişlerdi. Oysa Türk solu ve sosyalistleri darbe başta olmak üzere birçok tehdide karşı en ön saflarda kampanyaların bizzat örgütleyicisi olmalıdır. Irkçıların dışında herkesle siyaset etmeyi, demokrasi kavgasını yapmayı öğrenmelidir.

Ergenekon soruşturmasının önemini, barışın önemini görmez, Ermeni soykırımına karşı derin devletin tutumunu benimserseniz, demokratik kazanımların önemini hiç mi hiç anlayamazsınız. Cumhuriyet mitinglerinin darbeci karakterini anlayamazsınız. Nitekim Türk solunun varlığını hissettirebilen genişçe bir kesimi milliyetçilerin ve darbecilerin yanına düşmüştür. Barış sürecine milliyetçi çıkarlar temelinde yanıt üretmiştir.

12 Eylül darbecileri bir sistemin ürünüdür. 12 Eylül ancak demokrasinin yanında yer alarak, darbe girişimlerinin yargılanması konusunda açık tutum alarak ve Kürtlerin yanında barışın tarafında tutum alarak yargılanabilir. En önemlisi de milliyetçilikten sıyrılarak tüm darbelerin yargılanmasının önü açılır. Solcular bu demokrasi mücadelesinin en ön saflarında çarpışmak zorundadır. Yeni sol ancak bu mücadelelerin içinden çıkacaktır.

Cumartesi, Eylül 12 0 yorum


sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI

ve Los Angeles'in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLİ yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI

ve bütün çatılar akardı -
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar

bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.

babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
"Gebertic'em seni, " bağırırdım "Bi' kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!"
"Çabuk bu orospu çocu'unu
çıkar burdan!"
"hayır, Henri, annenin
yanında kal!"
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh'u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.

hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8'de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG!PENG!PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.

kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
"bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak"
diyerek karşıladı.
çocuklar "AOF"
bağırdı bir ağızdan.
"fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız," dedi,
"ve çok zevkli
bir şey!"
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken

bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
"şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla!..."
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson "tamam!" diye bağırdı
"tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum!"
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı'nın yüzünü
gördügünü söyledi.

bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.

"teşekkür ederim," dedi Bayan
Sorenson, "hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir."
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.

Charles Bukowski
Çeviri: Cem Duran

Cuma, Eylül 11 0 yorum


Sanayileşmiş ülkeler başta olmak üzere 178 ülke için artık bağlayıcı olan Kyoto protokolü ne yazık ki küresel iklim değişikliği için gerekli önlemleri almamaktadır.

Trakya ve Marmara bölgesinde 30 kişinin üzerinde ölüme neden olan sel felaketi bu önlemlerin alınmadığını ortaya koymuştur.

6 saat için metrekareye 120 kilogram yağmur düştü. Bu düz bir alanda 6 saatte suyun 120 santimetre yükselmesi demektir. Bu ilk anda, işine gitmekte olan insanların, kamyonetlerin içinde bulunanların ve zemin katta yaşayan birçok insanın suların altında boğulmaları anlamına geliyor. Derelerin taşması buna eklendiğinde binlerce insanın canı ve malı tehdit altında kalıyor.
Meteoroloji uzmanları bu yağışlardan daha yoğununu bekliyoruz derlerken gelecekteki felaketleri şimdiden duyurmuş oldular.

Bilim insanlarının tüm uyarılarına karşın fosil yakıtlarından vazgeçilmiyor. Güneş ve rüzgar enerjisi büyük şirketler tarafından engelleniyor. Karbondioksit gazı gezegenimiz için en önemli tehdit haline dönüştü. Küresel ısınmadan dolayı buzullar her geçen gün hızla eriyor.

Türkiye sera gazı etkisini yaratan gazları atmosfere en fazla yollayan ülke. Bilim insanları sera gazlarının yüzde 90 azaltılmasını istiyor. 12 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak yeni iklim zirvesine katılacaklar bilim çevrelerince uyarılıyor.

Küresel ısınmanın nedeni küresel sermayedir. Hükümetler gezegenimizi her geçen gün felakete sürükleyen küresel sermayeye karşı yeni önlemler almalıdır.

Ekonomik kriz nedeniyle şirketler kurtarılıyor, bütçeden savaşa sürekli para aktarılıyor. Deprem dışında meydana gelen felaketlerin, küresel ısınmaya karşı alınmayan tedbirlerin sonucu olacağı 17 yıl önce Kyoto protokolü hazırlanırken tartışılmıştı. Rusya’nın 2005 yılındaki imzasının ardından 2005'te Birleşmiş Mitler içindeki ülkeler tarafından bağlayıcı hale geldi. Türk Hükümeti geç de olsa bu yılın Şubat ayında bu protokolü imzaladı.

Protokol, iklim değişikliklerin nedeni olan CO2 ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmayı hedefliyordu. Bilim insanları protokole uyulduğu takdirde yalnızca sorunu ‘yüzeyine temas edilebilir’ uyarısında bulunuyordu.

Onlar duyarsız olabilirler ama bu küresel felaketin mağdurları duyarsız kalamazlar.

IMF ZİRVESİ

IMF ve Dünya Bankası temsilcileri 6-7 Ekimde İstanbul’a geliyorlar. Küresel sermayenin yeniden yapılanması, kârlarına kâr katmak için uluslararası işbirliğini güçlendirmeye çalışacaklar. Krizden kurtarmak için milyarlarca dolar şirketler için harcandı. Bankalar kurtarıldı. Kriz bir doğal felaket gibi sunulmaya çalışıldı.

Oysa ne sel ne de ekonomik kriz doğaldır! Sel küresel ısınmadan kaynaklanır, ekonomik kriz dünya kapitalizminden. Tüm bunların tek nedeni var, o da küresel sermayedir.

IMF ve Dünya Bankası her yıl mutabakata vardıkları konularla milyarca insanı fakirleştiriyorlar. Bu yetmezmiş gibi gezegenimizi yok etmeye çalışıyorlar. Küresel ısınmayı hızlandırıyorlar.

Buna karşı geliştirilen kampanyalar yeni solun sesini şimdiden duyurur gibi.

Kuru ve içi boş bir anti-emperyalizm söylemiyle menkul Türk solu umarız bu süreci en azından 1 Mayıs gösterilerinde harcadığı emekle karşılar ve tüm kampanyaların örgütleyicisi ve destekleyicisi olur!

Perşembe, Eylül 10 0 yorum

1818'de, yani günümüzden 191 yıl önce doğmuş olan bir adamın fikirleri bize ne anlatabilir?

Tüfeklerin henüz tek kurşun atabildiği bir çağın insanı, bugünün uzaktan güdümlü füzeleriyle yüzbinlerce insanı, tek bir düğmeye basarak yok edebilme kudretine sahip emperyalizmle mücadelede, bize ne kadar yol gösterebilir?

Buharlı gemilerle, o da yalnızca gelişmiş ülkelerde, seyahat edilen bir devrin adamı, uzay mekikleriyle aya turistik seyahat düzenlenen 21. yüzyıl düzenine ne derece hakim olabilir? Telgrafın daha yeni yaygınlaşmaya başladığı, uzun yazışmaların, alıcısına haftalar sonra ulaştığı mektuplarla yapıldığı bir dönemde doğmuş biri, interneti beş yaşında çocukların bile kullandığı "enformasyon çağı"nı nasıl çözümler?

Paris'teki 1848 Şubat devriminin haberini, günler sonra Brüksel'in Nord garında bir tren makinistinden alan bir insan, birkaç dakika önce dünyanın bir ucunda yaşanan herhangi bir olayı TV'nin uzaktan kumandasına basarak haber alabilen kalabalıklara ne kadar yol gösterebilir?

191 yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen fikirleri bütün toplum kesimlerince tartışılan; kimilerince sahiplenilip geliştirilen, kimilerinin beğenmeyip saldırdığı; kimilerince korkulup yasaklanan, kimilerinin sırtını güvenle yasladığı Karl Marks halâ dünyamızın işleyiş biçimini açıklamaya devam ediyor.

Antikapitalist hareket?

Son yılların en hararetli tartışmalarına yol açan anti kapitalist harekete neden anti kapitalist hareket diyoruz? Örneğin yalnızca nükleer santrallerin yasaklanması için mücadele eden kimi küçük gruplar neden anti kapitalist oluyor ki? Onlar varolan kapitalist sistemi yıkıp yerine başka bir sistem kurmaktan söz etmiyorlar ki!

Sadece, İztuzu sahillerinde deniz kaplumbağalarının yumurtlama haklarını savunan bir grup çevreci nereden anti kapitalist oluyormuş? Kendilerini yalnızca kadın hakları mücadelesiyle sınırlayan, hatta kadının kurtuluşunu sosyalizmde gören sosyalistlere şiddetle karşı çıkan feminist grupların anti kapitalistliği nereden geliyor? Onlar varolan iktidarlardan bazı iyileştirmeler talep ediyor, o kadar!
Protesto gösterilerine "Biz eşcinseliz, bu dünyada biz de yaşıyoruz" demek dışında bir taleple gelmeyen gay ve lezbiyenler mi anti kapitalist?

Yıllardır "eşit, bilimsel, parasız eğitim" sloganından başka bir şey üretmemiş öğrenciler mi anti kapitalist? Onların eşit ve parasız olmasını istedikleri eğitimi yine bu düzen vermeyecek mi? Öyleyse onlar anti bu düzenci değiller!
Her fırsatta üyelerini satan sendikalara kim anti kapitalist diyebilir? Kapitalistlerle masaya oturup uzlaşan onlar değil mi? Ya onların üyeleri, işçiler? İkide bir sokağa çıkıp bu düzenin bekçilerinden üç kuruş fazla para dilenen, biraz daha az çalışıp yaratacakları boş zamanlarda aylaklık etmek için çalışma saatlerinin kısaltılmasını isteyen şu cahil işçiler mi anti kapitalist?

Komünistlere lafımız yok. Onların anti kapitalistliği tescilli. Zaten yıllardır kapitalizmi yıkmak istediklerini bağıra çağıra söylüyorlar. Üstelik şimdilerde moda olan "Başka bir dünya mümkün" gibi muğlak bir sloganı değil, programı, kuruluş ve geçiş aşamaları 150 yıldır saptanmış olan "Sosyalizm!" sloganını getiriyorlar toplumun önüne.

Nasıl antikapitalist olunur?

Peki öyleyse bu sayılan insanlara biz neden anti kapitalist diyoruz? Şöyle bir toplantı hayal edelim: birbirinden çok değişik sorunlar yaşayan ve bu sorunlara duyarlı, çözülmesi için bir şeyler yapılması gerektiğine inanan bir grup insan bir araya gelmiş. Kimi nükleer santrallerin hayatımızı tehlikeye attığını ve her şeyden önce buna engel olunmazsa hepimizin yok olacağını anlatıyor. Biri çıkıp İztuzu sahillerindeki kaplumbağaların soylarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığını, bunu mutlaka durdurmak gerektiğini anlatıp duruyor.

Bir diğeri kadının toplumda çektiği acılar sona erdirilmeden başka hiçbir kazanımın önemli olmadığını; başkası eşcinseller özgürleşmeden kimsenin özgür olamayacağını söylüyor da başka bir şey demiyor.

Bir öğrenci kalkıp her şeyin eğitim sisteminde başladığını, bu eğitim sistemini değiştirmeden başka hiçbir şey yapılamayacağını anlatıyor. İşçiler yaşam standartları düzelmeden mücadele etmenin anlamı olmadığını duyuruyor. Birileri de kalkıp "İlle de sosyalizm! Hepinizin derdi sosyalizmde çözülecek, merak etmeyin!" diyor; Nuh diyor, peygamber demiyor.

Sonra bunların hepsinin anlattığı sorunların sebebi düşünülüyor, araştırılıyor. Herkes elindeki verileri bir araya getirip ortaya koyuyor ve anlaşılıyor ki tüm sorunların kaynağı aynı: kapitalizm. Her taşın altından aynı mantık çıkıyor: kâr ve rekabet hırsı. O zaman karşı çıkılan şey de aynı: kapitalizm. İşte bu insanları fikirleri aracılığıyla ve yaşadıkları sorunlar nedeniyle bir araya getiren şey ortada: kapitalizm. Bu insanlar ortak bir mücadeleye yöneldiklerinde -ki Seattle'dan beri böyle- ortak bir düşmana zarar vermeye başlıyorlar: kapitalizme.

İlk antikapitalist

188 yaşındaki ihtiyarın bu mücadelenin ilk anti kapitalist aktivisti olmasının nedeni de tam da burada yatıyor.

Yaşadığımız sorunların kaynağının bizzat yaşadığımız çağı idare eden sistem olduğunu bilimsel yöntemlerle ilk ortaya koyan kişi o oldu. Tüm bu sistemin çarklarının emeğin sömürüsünden akan terle döndüğünü o kanıtladı: artı değer teorisini ortaya koydu. Kadim dostu Engels'le birlikte hayatın hemen her alanındaki -edebiyattan felsefeye, ekonomiden siyasete, işçi sorunlarından çevreye kadar- sorunlara yanıtlar üretmeye gayret ettiler. Örneğin (küçük bir ayrıntı) dönemlerinde popüler olan Eugene Sue'nun romanlarındaki ahlakçılığı onlar açığa çıkardı. Oysa dönemin eleştirel felsefi akımının yaratıcıları bu romanlardan belirsiz sonuçlar çıkarıyordu.

Feministlerin iddialarının aksine, kadın sorununa duyarlıydılar ki Kutsal Aile adlı ortak eserlerinde şöyle diyorlardı:

"Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür."

Başka pek çok konuda söylediklerini bulmak için yazdıkları koskoca bir külliyat var, hepsini burada ele almanın imkanı yok.

Bugünün süratle değişen dünyasını Marks'ın fikirleriyle anlamanın imkansız olduğunu düşünenlere şöyle denebilir: giderek hızlanan bu değişimin nedenini bizzat Marks'ta bulabilirsiniz. Tarihteki tüm egemen sınıfların tersine, burjuvazi ancak üretim güçlerini sürekli yenileyerek, sürekli devrimci dönüşümlere tabi tutarak egemenliğini sürdürebilen bir sınıftır. Bunu söyleyen ben değilim (İyi ki de değilim, yoksa bu olguyu 150 yıl önce değil, daha yeni kavramış olacaktık). Ve bir devrimci olan Marks, devrimci dönüşümler yaptığını söylediği bu sisteme karşı, hayatı boyunca mücadele etti.

Aktivist Marks

Devrim başladığında sürgüne yollandığı Brüksel'den Fransa'ya koşan, Paris Komünü'nde (1871'de Parisli işçileri 72 gün iktidara taşıyan ve sınıfsız toplumun temellerine çekirdek oluşturan devrim) barikatların arkasında işçilerle birlikte savaşan Karl Marks ilk anti kapitalist aktivistti gerçektende.

En iyi dostuyla birlikte yazdığı kitap (Komünist Manifesto) bize daha o günlerden bugün de yaşadığımız sorunların kaynağı olan kapitalizmi teşhir etti ve gelecek dünyanın ipuçlarını verdi. Alt tarafı 40 sayfalık bir metin olan bu kitap (belki tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları hariç -onları da kaç kişi sonuna kadar okuyup anlamıştır 'tanrı' bilir) dünyada en çok dile çevrilmiş ve en çok satmış ve halâ satmakta olan bir abidedir. Çünkü halâ yüzbinlere esin kaynağı oluyor.

Sarhoşluktan ve halkın huzurunu bozmaktan hapse de düşen, sevgilisine yazdığı aşk şiirlerini yaşlılıklarında birlikte gülerek de okuyan Mağripli (esmer olduğu için dostları Marks'a Le Muare, Mağripli derdi) aktivist halâ uslanmadı. Aramızda dolaşıp gülümseyerek sözünü söylemeye devam ediyor: "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir."

Cengiz ALGAN

Salı, Eylül 8 0 yorum

Hepimizin, daha lisedeki Milli Güvenlik derslerinden beri bildiğimiz üzere Türkiye, dünyada en çok tehdit edilen ülkedir. Dünyada bu tehdit algısı bazı ülkelerde rejim, bazılarında ise toprak bütünlüğü içinken Türkiye her iki bakımdan da tehdit aldında olan bir ülkedir. Bu özelliğiyle de sanırsam dünyadaki biricik örnektir. Sovyetler Birliği yıkılmamışken, Sovyetler tarafından, İran kurulduktan sonra da İran tarafından rejim tehdit altındadır. Toprak bütünlüğü derseniz; hepten yanmışızdır. Topraklarımızda gözü olmayan komşumuz yoktur.( Azerbaycan hariç ) Bu yetmediği gibi bu dış mihrakların, içeride beslediği hainler de vardır. Hem iç hem de dış düşmanlara karşı tetikte olmalıyızdır. Bu yüzden sürekli silahlanırız, gerektiği durumlarda güç kulllanırız. Çünkü tehdit altındayızdır. Bu zihniyet, egemen ideolojiyi yeniden üreten ve aslında tüm komşuları için tehdit oluşturan bir algıdır.

Ermenistan ile olan ilişkiler de tam bu zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Ermenistan'ın Türkiye topraklarında gözü vardır. Ermenistan, kardeş ülke Azerbaycan'ın topraklarını işgal altında tutmaktadır vs...

Milliyetçilik, her zaman olduğu gibi yine ihtiyacı olan düşmanı, mağduriyet söylemi üzerinden yeniden üretmiştir. Nüfusunun % 76' sı Ermeni olan Karabağ'ın (1989' daki sayıma göre) neden Azerbaycan toprağı olduğunu es geçmemiz gerekir. Geçtiğimiz hafta Baskın Oran' ın da Agos' ta yazdığı gibi dış politikada Azerbaycan tamamen kendi çıkarını kollarken -normal olan da budur-, Türkiye'nin Ermenistan sınırının açılmasından sağlayacağı faydayı düşünmemesi ve kardeşi Azerbaycan'ı kollaması lazımdır.

2008 Nisan ayında Kıbrıs' taki Lokmacı sınır kapısının açılmasını engellemek için iki tarafın da milliyetçileri, polisleri ve adadaki Türk ordusu var gücüyle mücadele etmişti. Ancak sınır açılıp, günübirlik pasaportsuz geziler iki tarafa da başladığında barış ve birleşik Kıbrıs umudu iki tarafta da artmıştı. Bugün Kıbrıs'ta müzakerelerin bu aşamaya gelmesinde bu normalleşme büyük bir etken oldu. Çünkü, halklar birbirlerine dokundular, oluşturdukları ortak kültürü fark ettiler ve birbirlerinin acılarını anlamaya başladılar.

Bugün de bu normalleşmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz konu, komşumuz Ermenistan ile olan ilişkilerdir. Hem 1915 "Büyük felaketinin" anlaşılabilmesi, hem de bu " dört tarafımız düşmanlarla çevrili" masalının son bulması için ilişkilerimizin normalleşmesi gerekmektedir. Bu normalleşmenin yolu da sınır kapısının açılması ve kapıya -her iki toplum için de sembolik olarak çok büyük anlam yükleyecek olan-Hrant DİNK adının verilmesidir.

Bu kapının açılmasının hem Doğu Anadolu hem de Karadeniz ekonomisini canlandıracağını iktisatçılar söylüyor - Kars belediyesi de geçtiğimiz dönem kapının açılması için imza toplamıştı-; Türkiye'nin, Kafkas coğrafyasındaki etkisini arttıracağını uluslararası ilişkiler uzmanları söylüyor; ilişkileri normalleştireceğini, Türk milliyetçiliğinin besin kaynaklarından birini kurutacağını, hem komşumuz Ermenistan ile hem de kendi kapı komşumuz Türkiye Ermenileri ile artık barışmamızı, sağlıklı bir geleceği birlikte inşa etmemizi kolaylaştıracağını da bizim gibi ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı olan aktivistler söylüyor.

AKP hükümetinin de sınırı açabilmek ve bu mantıksızlığa son vermek için niyetli olduğunu görüyoruz. Ancak, Abdullah Gül'ün Ermenistan'daki maça gitmesine bile itiraz eden bir muhalefet ve egemen ideolojiyi yeniden üretmek, dış politikadaki etkinliğini azaltmamak isteyen bir ordu varken; AKP ülke içi dengeleri bir şekilde gözeterek, bu iç baskıyı ABD ve AB yoluyla tasfiye ederek sınırı açmaya çalışacak. Obama'nın bu konudaki söyleminden sonra ciddi yol alınması da bunun göstergesidir. Sonuç olarak sınırın açılmasının çok yakında olduğu kanaatindeyim.

Fatih KIYAK
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi
fatih.kyak@gmail.com

Çarşamba, Eylül 2 0 yorum