sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI

ve Los Angeles'in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLİ yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI

ve bütün çatılar akardı -
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar

bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.

babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
"Gebertic'em seni, " bağırırdım "Bi' kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!"
"Çabuk bu orospu çocu'unu
çıkar burdan!"
"hayır, Henri, annenin
yanında kal!"
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh'u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.

hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8'de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG!PENG!PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.

kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
"bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak"
diyerek karşıladı.
çocuklar "AOF"
bağırdı bir ağızdan.
"fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız," dedi,
"ve çok zevkli
bir şey!"
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken

bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
"şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla!..."
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson "tamam!" diye bağırdı
"tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum!"
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı'nın yüzünü
gördügünü söyledi.

bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.

"teşekkür ederim," dedi Bayan
Sorenson, "hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir."
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.

Charles Bukowski
Çeviri: Cem Duran

Cuma, Eylül 11 0 yorum


Sanayileşmiş ülkeler başta olmak üzere 178 ülke için artık bağlayıcı olan Kyoto protokolü ne yazık ki küresel iklim değişikliği için gerekli önlemleri almamaktadır.

Trakya ve Marmara bölgesinde 30 kişinin üzerinde ölüme neden olan sel felaketi bu önlemlerin alınmadığını ortaya koymuştur.

6 saat için metrekareye 120 kilogram yağmur düştü. Bu düz bir alanda 6 saatte suyun 120 santimetre yükselmesi demektir. Bu ilk anda, işine gitmekte olan insanların, kamyonetlerin içinde bulunanların ve zemin katta yaşayan birçok insanın suların altında boğulmaları anlamına geliyor. Derelerin taşması buna eklendiğinde binlerce insanın canı ve malı tehdit altında kalıyor.
Meteoroloji uzmanları bu yağışlardan daha yoğununu bekliyoruz derlerken gelecekteki felaketleri şimdiden duyurmuş oldular.

Bilim insanlarının tüm uyarılarına karşın fosil yakıtlarından vazgeçilmiyor. Güneş ve rüzgar enerjisi büyük şirketler tarafından engelleniyor. Karbondioksit gazı gezegenimiz için en önemli tehdit haline dönüştü. Küresel ısınmadan dolayı buzullar her geçen gün hızla eriyor.

Türkiye sera gazı etkisini yaratan gazları atmosfere en fazla yollayan ülke. Bilim insanları sera gazlarının yüzde 90 azaltılmasını istiyor. 12 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak yeni iklim zirvesine katılacaklar bilim çevrelerince uyarılıyor.

Küresel ısınmanın nedeni küresel sermayedir. Hükümetler gezegenimizi her geçen gün felakete sürükleyen küresel sermayeye karşı yeni önlemler almalıdır.

Ekonomik kriz nedeniyle şirketler kurtarılıyor, bütçeden savaşa sürekli para aktarılıyor. Deprem dışında meydana gelen felaketlerin, küresel ısınmaya karşı alınmayan tedbirlerin sonucu olacağı 17 yıl önce Kyoto protokolü hazırlanırken tartışılmıştı. Rusya’nın 2005 yılındaki imzasının ardından 2005'te Birleşmiş Mitler içindeki ülkeler tarafından bağlayıcı hale geldi. Türk Hükümeti geç de olsa bu yılın Şubat ayında bu protokolü imzaladı.

Protokol, iklim değişikliklerin nedeni olan CO2 ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmayı hedefliyordu. Bilim insanları protokole uyulduğu takdirde yalnızca sorunu ‘yüzeyine temas edilebilir’ uyarısında bulunuyordu.

Onlar duyarsız olabilirler ama bu küresel felaketin mağdurları duyarsız kalamazlar.

IMF ZİRVESİ

IMF ve Dünya Bankası temsilcileri 6-7 Ekimde İstanbul’a geliyorlar. Küresel sermayenin yeniden yapılanması, kârlarına kâr katmak için uluslararası işbirliğini güçlendirmeye çalışacaklar. Krizden kurtarmak için milyarlarca dolar şirketler için harcandı. Bankalar kurtarıldı. Kriz bir doğal felaket gibi sunulmaya çalışıldı.

Oysa ne sel ne de ekonomik kriz doğaldır! Sel küresel ısınmadan kaynaklanır, ekonomik kriz dünya kapitalizminden. Tüm bunların tek nedeni var, o da küresel sermayedir.

IMF ve Dünya Bankası her yıl mutabakata vardıkları konularla milyarca insanı fakirleştiriyorlar. Bu yetmezmiş gibi gezegenimizi yok etmeye çalışıyorlar. Küresel ısınmayı hızlandırıyorlar.

Buna karşı geliştirilen kampanyalar yeni solun sesini şimdiden duyurur gibi.

Kuru ve içi boş bir anti-emperyalizm söylemiyle menkul Türk solu umarız bu süreci en azından 1 Mayıs gösterilerinde harcadığı emekle karşılar ve tüm kampanyaların örgütleyicisi ve destekleyicisi olur!

Perşembe, Eylül 10 0 yorum

1818'de, yani günümüzden 191 yıl önce doğmuş olan bir adamın fikirleri bize ne anlatabilir?

Tüfeklerin henüz tek kurşun atabildiği bir çağın insanı, bugünün uzaktan güdümlü füzeleriyle yüzbinlerce insanı, tek bir düğmeye basarak yok edebilme kudretine sahip emperyalizmle mücadelede, bize ne kadar yol gösterebilir?

Buharlı gemilerle, o da yalnızca gelişmiş ülkelerde, seyahat edilen bir devrin adamı, uzay mekikleriyle aya turistik seyahat düzenlenen 21. yüzyıl düzenine ne derece hakim olabilir? Telgrafın daha yeni yaygınlaşmaya başladığı, uzun yazışmaların, alıcısına haftalar sonra ulaştığı mektuplarla yapıldığı bir dönemde doğmuş biri, interneti beş yaşında çocukların bile kullandığı "enformasyon çağı"nı nasıl çözümler?

Paris'teki 1848 Şubat devriminin haberini, günler sonra Brüksel'in Nord garında bir tren makinistinden alan bir insan, birkaç dakika önce dünyanın bir ucunda yaşanan herhangi bir olayı TV'nin uzaktan kumandasına basarak haber alabilen kalabalıklara ne kadar yol gösterebilir?

191 yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen fikirleri bütün toplum kesimlerince tartışılan; kimilerince sahiplenilip geliştirilen, kimilerinin beğenmeyip saldırdığı; kimilerince korkulup yasaklanan, kimilerinin sırtını güvenle yasladığı Karl Marks halâ dünyamızın işleyiş biçimini açıklamaya devam ediyor.

Antikapitalist hareket?

Son yılların en hararetli tartışmalarına yol açan anti kapitalist harekete neden anti kapitalist hareket diyoruz? Örneğin yalnızca nükleer santrallerin yasaklanması için mücadele eden kimi küçük gruplar neden anti kapitalist oluyor ki? Onlar varolan kapitalist sistemi yıkıp yerine başka bir sistem kurmaktan söz etmiyorlar ki!

Sadece, İztuzu sahillerinde deniz kaplumbağalarının yumurtlama haklarını savunan bir grup çevreci nereden anti kapitalist oluyormuş? Kendilerini yalnızca kadın hakları mücadelesiyle sınırlayan, hatta kadının kurtuluşunu sosyalizmde gören sosyalistlere şiddetle karşı çıkan feminist grupların anti kapitalistliği nereden geliyor? Onlar varolan iktidarlardan bazı iyileştirmeler talep ediyor, o kadar!
Protesto gösterilerine "Biz eşcinseliz, bu dünyada biz de yaşıyoruz" demek dışında bir taleple gelmeyen gay ve lezbiyenler mi anti kapitalist?

Yıllardır "eşit, bilimsel, parasız eğitim" sloganından başka bir şey üretmemiş öğrenciler mi anti kapitalist? Onların eşit ve parasız olmasını istedikleri eğitimi yine bu düzen vermeyecek mi? Öyleyse onlar anti bu düzenci değiller!
Her fırsatta üyelerini satan sendikalara kim anti kapitalist diyebilir? Kapitalistlerle masaya oturup uzlaşan onlar değil mi? Ya onların üyeleri, işçiler? İkide bir sokağa çıkıp bu düzenin bekçilerinden üç kuruş fazla para dilenen, biraz daha az çalışıp yaratacakları boş zamanlarda aylaklık etmek için çalışma saatlerinin kısaltılmasını isteyen şu cahil işçiler mi anti kapitalist?

Komünistlere lafımız yok. Onların anti kapitalistliği tescilli. Zaten yıllardır kapitalizmi yıkmak istediklerini bağıra çağıra söylüyorlar. Üstelik şimdilerde moda olan "Başka bir dünya mümkün" gibi muğlak bir sloganı değil, programı, kuruluş ve geçiş aşamaları 150 yıldır saptanmış olan "Sosyalizm!" sloganını getiriyorlar toplumun önüne.

Nasıl antikapitalist olunur?

Peki öyleyse bu sayılan insanlara biz neden anti kapitalist diyoruz? Şöyle bir toplantı hayal edelim: birbirinden çok değişik sorunlar yaşayan ve bu sorunlara duyarlı, çözülmesi için bir şeyler yapılması gerektiğine inanan bir grup insan bir araya gelmiş. Kimi nükleer santrallerin hayatımızı tehlikeye attığını ve her şeyden önce buna engel olunmazsa hepimizin yok olacağını anlatıyor. Biri çıkıp İztuzu sahillerindeki kaplumbağaların soylarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığını, bunu mutlaka durdurmak gerektiğini anlatıp duruyor.

Bir diğeri kadının toplumda çektiği acılar sona erdirilmeden başka hiçbir kazanımın önemli olmadığını; başkası eşcinseller özgürleşmeden kimsenin özgür olamayacağını söylüyor da başka bir şey demiyor.

Bir öğrenci kalkıp her şeyin eğitim sisteminde başladığını, bu eğitim sistemini değiştirmeden başka hiçbir şey yapılamayacağını anlatıyor. İşçiler yaşam standartları düzelmeden mücadele etmenin anlamı olmadığını duyuruyor. Birileri de kalkıp "İlle de sosyalizm! Hepinizin derdi sosyalizmde çözülecek, merak etmeyin!" diyor; Nuh diyor, peygamber demiyor.

Sonra bunların hepsinin anlattığı sorunların sebebi düşünülüyor, araştırılıyor. Herkes elindeki verileri bir araya getirip ortaya koyuyor ve anlaşılıyor ki tüm sorunların kaynağı aynı: kapitalizm. Her taşın altından aynı mantık çıkıyor: kâr ve rekabet hırsı. O zaman karşı çıkılan şey de aynı: kapitalizm. İşte bu insanları fikirleri aracılığıyla ve yaşadıkları sorunlar nedeniyle bir araya getiren şey ortada: kapitalizm. Bu insanlar ortak bir mücadeleye yöneldiklerinde -ki Seattle'dan beri böyle- ortak bir düşmana zarar vermeye başlıyorlar: kapitalizme.

İlk antikapitalist

188 yaşındaki ihtiyarın bu mücadelenin ilk anti kapitalist aktivisti olmasının nedeni de tam da burada yatıyor.

Yaşadığımız sorunların kaynağının bizzat yaşadığımız çağı idare eden sistem olduğunu bilimsel yöntemlerle ilk ortaya koyan kişi o oldu. Tüm bu sistemin çarklarının emeğin sömürüsünden akan terle döndüğünü o kanıtladı: artı değer teorisini ortaya koydu. Kadim dostu Engels'le birlikte hayatın hemen her alanındaki -edebiyattan felsefeye, ekonomiden siyasete, işçi sorunlarından çevreye kadar- sorunlara yanıtlar üretmeye gayret ettiler. Örneğin (küçük bir ayrıntı) dönemlerinde popüler olan Eugene Sue'nun romanlarındaki ahlakçılığı onlar açığa çıkardı. Oysa dönemin eleştirel felsefi akımının yaratıcıları bu romanlardan belirsiz sonuçlar çıkarıyordu.

Feministlerin iddialarının aksine, kadın sorununa duyarlıydılar ki Kutsal Aile adlı ortak eserlerinde şöyle diyorlardı:

"Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür."

Başka pek çok konuda söylediklerini bulmak için yazdıkları koskoca bir külliyat var, hepsini burada ele almanın imkanı yok.

Bugünün süratle değişen dünyasını Marks'ın fikirleriyle anlamanın imkansız olduğunu düşünenlere şöyle denebilir: giderek hızlanan bu değişimin nedenini bizzat Marks'ta bulabilirsiniz. Tarihteki tüm egemen sınıfların tersine, burjuvazi ancak üretim güçlerini sürekli yenileyerek, sürekli devrimci dönüşümlere tabi tutarak egemenliğini sürdürebilen bir sınıftır. Bunu söyleyen ben değilim (İyi ki de değilim, yoksa bu olguyu 150 yıl önce değil, daha yeni kavramış olacaktık). Ve bir devrimci olan Marks, devrimci dönüşümler yaptığını söylediği bu sisteme karşı, hayatı boyunca mücadele etti.

Aktivist Marks

Devrim başladığında sürgüne yollandığı Brüksel'den Fransa'ya koşan, Paris Komünü'nde (1871'de Parisli işçileri 72 gün iktidara taşıyan ve sınıfsız toplumun temellerine çekirdek oluşturan devrim) barikatların arkasında işçilerle birlikte savaşan Karl Marks ilk anti kapitalist aktivistti gerçektende.

En iyi dostuyla birlikte yazdığı kitap (Komünist Manifesto) bize daha o günlerden bugün de yaşadığımız sorunların kaynağı olan kapitalizmi teşhir etti ve gelecek dünyanın ipuçlarını verdi. Alt tarafı 40 sayfalık bir metin olan bu kitap (belki tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları hariç -onları da kaç kişi sonuna kadar okuyup anlamıştır 'tanrı' bilir) dünyada en çok dile çevrilmiş ve en çok satmış ve halâ satmakta olan bir abidedir. Çünkü halâ yüzbinlere esin kaynağı oluyor.

Sarhoşluktan ve halkın huzurunu bozmaktan hapse de düşen, sevgilisine yazdığı aşk şiirlerini yaşlılıklarında birlikte gülerek de okuyan Mağripli (esmer olduğu için dostları Marks'a Le Muare, Mağripli derdi) aktivist halâ uslanmadı. Aramızda dolaşıp gülümseyerek sözünü söylemeye devam ediyor: "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir."

Cengiz ALGAN

Salı, Eylül 8 0 yorum

Hepimizin, daha lisedeki Milli Güvenlik derslerinden beri bildiğimiz üzere Türkiye, dünyada en çok tehdit edilen ülkedir. Dünyada bu tehdit algısı bazı ülkelerde rejim, bazılarında ise toprak bütünlüğü içinken Türkiye her iki bakımdan da tehdit aldında olan bir ülkedir. Bu özelliğiyle de sanırsam dünyadaki biricik örnektir. Sovyetler Birliği yıkılmamışken, Sovyetler tarafından, İran kurulduktan sonra da İran tarafından rejim tehdit altındadır. Toprak bütünlüğü derseniz; hepten yanmışızdır. Topraklarımızda gözü olmayan komşumuz yoktur.( Azerbaycan hariç ) Bu yetmediği gibi bu dış mihrakların, içeride beslediği hainler de vardır. Hem iç hem de dış düşmanlara karşı tetikte olmalıyızdır. Bu yüzden sürekli silahlanırız, gerektiği durumlarda güç kulllanırız. Çünkü tehdit altındayızdır. Bu zihniyet, egemen ideolojiyi yeniden üreten ve aslında tüm komşuları için tehdit oluşturan bir algıdır.

Ermenistan ile olan ilişkiler de tam bu zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Ermenistan'ın Türkiye topraklarında gözü vardır. Ermenistan, kardeş ülke Azerbaycan'ın topraklarını işgal altında tutmaktadır vs...

Milliyetçilik, her zaman olduğu gibi yine ihtiyacı olan düşmanı, mağduriyet söylemi üzerinden yeniden üretmiştir. Nüfusunun % 76' sı Ermeni olan Karabağ'ın (1989' daki sayıma göre) neden Azerbaycan toprağı olduğunu es geçmemiz gerekir. Geçtiğimiz hafta Baskın Oran' ın da Agos' ta yazdığı gibi dış politikada Azerbaycan tamamen kendi çıkarını kollarken -normal olan da budur-, Türkiye'nin Ermenistan sınırının açılmasından sağlayacağı faydayı düşünmemesi ve kardeşi Azerbaycan'ı kollaması lazımdır.

2008 Nisan ayında Kıbrıs' taki Lokmacı sınır kapısının açılmasını engellemek için iki tarafın da milliyetçileri, polisleri ve adadaki Türk ordusu var gücüyle mücadele etmişti. Ancak sınır açılıp, günübirlik pasaportsuz geziler iki tarafa da başladığında barış ve birleşik Kıbrıs umudu iki tarafta da artmıştı. Bugün Kıbrıs'ta müzakerelerin bu aşamaya gelmesinde bu normalleşme büyük bir etken oldu. Çünkü, halklar birbirlerine dokundular, oluşturdukları ortak kültürü fark ettiler ve birbirlerinin acılarını anlamaya başladılar.

Bugün de bu normalleşmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz konu, komşumuz Ermenistan ile olan ilişkilerdir. Hem 1915 "Büyük felaketinin" anlaşılabilmesi, hem de bu " dört tarafımız düşmanlarla çevrili" masalının son bulması için ilişkilerimizin normalleşmesi gerekmektedir. Bu normalleşmenin yolu da sınır kapısının açılması ve kapıya -her iki toplum için de sembolik olarak çok büyük anlam yükleyecek olan-Hrant DİNK adının verilmesidir.

Bu kapının açılmasının hem Doğu Anadolu hem de Karadeniz ekonomisini canlandıracağını iktisatçılar söylüyor - Kars belediyesi de geçtiğimiz dönem kapının açılması için imza toplamıştı-; Türkiye'nin, Kafkas coğrafyasındaki etkisini arttıracağını uluslararası ilişkiler uzmanları söylüyor; ilişkileri normalleştireceğini, Türk milliyetçiliğinin besin kaynaklarından birini kurutacağını, hem komşumuz Ermenistan ile hem de kendi kapı komşumuz Türkiye Ermenileri ile artık barışmamızı, sağlıklı bir geleceği birlikte inşa etmemizi kolaylaştıracağını da bizim gibi ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı olan aktivistler söylüyor.

AKP hükümetinin de sınırı açabilmek ve bu mantıksızlığa son vermek için niyetli olduğunu görüyoruz. Ancak, Abdullah Gül'ün Ermenistan'daki maça gitmesine bile itiraz eden bir muhalefet ve egemen ideolojiyi yeniden üretmek, dış politikadaki etkinliğini azaltmamak isteyen bir ordu varken; AKP ülke içi dengeleri bir şekilde gözeterek, bu iç baskıyı ABD ve AB yoluyla tasfiye ederek sınırı açmaya çalışacak. Obama'nın bu konudaki söyleminden sonra ciddi yol alınması da bunun göstergesidir. Sonuç olarak sınırın açılmasının çok yakında olduğu kanaatindeyim.

Fatih KIYAK
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi
fatih.kyak@gmail.com

Çarşamba, Eylül 2 0 yorum

Siyasi gündemimiz yine bizi şaşırtmadı. Toplumsal sorunlar ne kadar bastırılsa da, görmezden gelinse de gündemdeki yerini alıyor. Bu bize şunu gösterir; sosyal ve siyasal sorunlarımızın birikmişliğini ve değişime ne kadar aç olduğumuzu. Dile kolay üç askeri darbe, 28 Şubat post modern darbesi, son on yılda üç askeri darbe girişimi, kapatılan birçok parti ve yaklaşık 30 yıldır Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaş, bunun sonucunda binlerce ölüm! Yüzlerce aydının ve binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetler! Böyle bir ortamda tek düze bir siyasal gelişme beklemek abesle iştigal değil mi? Ayrıca böyle bir ortamda yüzde üç’lük Erbakan’ın partisinin biranda yüzde 20’lere ulaşması veya Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan AK Partinin ilk girdiği seçimde yüzde 35, ikinci girdiği seçimde yüzde 48'e yakın oy almasına ne demeli? Demek ki çok ama çok canlı toplumuz. Küçük bir partinin toplumsal kodları doğru okuduğunda çok kısa zamanda siyasal güç olmasının önünün açık olduğunu saptamak sanırım yanlış olmaz.

AK Parti yaklaşık sekiz yıldır iktidarda. Bu iktidar sürecinde demokratikleşme adına birçok girişimde bulundu. Başardı veya başaramadı, kendi sınıfının çıkarını temel alarak yaptı veya yapmadı, gücü yetti ya da yetmedi. Her neyse uzatmaya gerek yok. Anayasa değişikliği, Kürt sorununa getirdiği yaklaşım, yasaklara karşı tutumu gibi ataklar başarılı veya değil. Bildiğimiz şey; başarının sağlanmamasında Ergenekon suç örgütünün faaliyeti, provokasyonlar, Kürt sorunu karşısında savaş yanlısı CHP’nin ve MHP’nin varlığı ve AK Partiyi denetleyecek onu ileriye itecek yani onu aşacak bir sol partinin olmaması nedenler olarak sayılabilir. Bütün bu süreçte AK Parti toplumda bir beklenti yarattı. Bu demokrasi ve adalet beklentisidir. Bu günlerde buna bir de Barış’ı eklersek abartmış olmayız sanırım. Bu beklentiler sende ne yarattı derseniz, şöyle yanıtlarım; AK Parti sosyal demokrat bir parti mi? Ardından, eğer sosyal demokrat parti ise sosyal demokrat bir partiye veya yeni bir sola ihtiyaç var mı? Biraz daha ileri gidip, bir sosyalist olarak böyle bir partinin kurulması sosyalistlerin görevi mi, diye birçok soruyu sürekli kendime sormadım değil doğrusu.

AK Parti'ye ideolojik geleneği açısından ve de işçi sınıfı ile kurduğu bağ açısından bakıldığında sosyal demokrasi ile bir bağı bağdaşığı olmadığını söylemek mümkün. Bu iki açıdan bakıldığında CHP’yi de hiçbir zaman sol veya sosyal demokrat olarak nitelemeyebiliriz de. Ama toplum bir zamanlar sol deyince CHP’yi belledi ve bu memlekette solun adresi olarak gösterilen CHP’ye hoyratça saldırıldığında bile toplumsal desteğini kaybetmediği gibi onu umut olarak dağa taşa yazdı. Çünkü özgürlükçü ve emek yanlısı söyleme sahipti. Sınıf çıkarını gözeten uyanık işçiler bu partinin bürolarını aşındırıyorlardı. Bugün CHP sol içinde görülebilir mi, görülemez tabii. Darbeci özlemleri, Ergenekon suç örgütüne sahip çıkışı son dönemde barış sürecini Silivri kafesinde tutulan Ergenekon canilerinin özgürlüğü için pazarlık koşulları yaratmaya çalışan devletçi bir partiden farksız. AK Parti de sol bir parti değil. Her fırsatta Başbakan muhafazakâr olduğunu, Osmanlı hayranı olduğunu söyler durur. İdeolojik açıdan bu böyle. Demokrasi açısındansa sınıfı geçer not aldığını söylemek mümkün. Ama pekiyi notu vermek zor. Bir memur sendikalarının grevli toplu sözleşme hakkı yıllardır hayata geçirilmedi. Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerine karşı tutumlarında, düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konusunda keza öyle. Daha da uzatılabilinir. Ancak Kemalizm, derin devlet konusunda, askerleri hizaya sokmak açısından başarılı. Biz yıllardır sol bir parti görmediğimiz için AK Parti bize hoş geliyor. Ergenekon suç örgütünün yargılanmasında gösterdikleri kahramanlık, Kemalist cuntacılara karşı verdikleri mücadeleyi, hayranlıkla karşılandığını söyleyebilirim. Bu konular ve diğer birçok demokrasi ve barış lehine yapılacak eylemleri bile desteklenmelidir de. Yine de bu sorunları çözmek için AK parti yeterli değildir. Yeterli olmadığı gözüküyor. Yeni sol bundan gereklidir!

AK Parti değil de sosyal demokrat veya sol bir parti iktidarda olsa ne yapardı, diye kendimize sorduğumuzda yeni bir solun gerekliliği daha çok su yüzüne çıkar. Örneklersek; Kürt sorunu bu denli uzamaz yılan hikâyesine dönmezdi, emek örgütleri daha örgütlü olurdu. Toplumsal adalet daha yerine otururdu. Toplumsal refah daha adaletli paylaşılır en önemlisi de kapitalizmin krizi emekçilerin sırtına değil patronların sırtına yıkılırdı. 12 Eylül cuntasının hazırladığı anayasadan kurtulmuş olurduk. Bütün darbeciler yargılanırdı. Düşünme, örgütlenme özgürlüğü büyük ölçüde sağlanmış olurdu. Ne yazık ki AK Parti iktidarda ve toplumsal sorunlarla karşı karşıya kaldığında sürekli patinaj yapar durumda. Çünkü Kemalistler tarafından kuşatılmış ve sorunların üzerinden gelebilecek ne tarihsel birikime ne’de ideolojik birikime sahip. Gerici muhalefetle cepheden karşılaştığında Yeni Osmanlıcılık sahipleneceği ideolojik argüman oluyor. Biriken sorunları aşamıyor yalnızca zaman yayıp duruma göre ileri veya geri adım atmakta. Bugün çok canlı bir barış havası var ama hükümet hala patinajda ve geri adımın kıyısında. Muhalefette güçlü ve gerçek sol olsaydı bu gün barış konusunda çok ilerde olurduk. Tüm bunlarda dolayı yeni bir sol parti için harekete geçilmelidir. Bu süreci başlatanların yanında yer almak gerekir. Bu sureci ofis ve bürolardan değil sokaklarda düzenlenen kampanyalarla hızlandırılmalıdır. 22 Temmuz seçimlerinde bağımsız adaylar oluşturulan kampanyaların getirdiği ses anımsanmalıdır. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK), Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe, Savaş Karşıtları ve birçok sivil insiyatifin yürüttüğü başarılı kampanyaların önemli bir toplumsal etki yarattıklarını kimse yadsıyamaz. Ancak bu kampanyalar siyasal olarak bir havuzda toplanmalıdır. Yeni sol için yola çıkanlar bu sivil insiyatifleri hesaba katarak süreci hızlandırmalıdırlar.

Bugün toplumsal sorunlara sosyal demokrat veya özgürlükçü sol arayışlar çok rahat yanıt üretebilirler ancak AK Partiyi karşılarına alarak değil onu aşacak bir pozisyon belirlemelidirler. Bütün sıkışmışlık sol ve sosyalistler açısından reform taleplerin ekseninde birleşmek ve bu taleplerin etrafında kitlesel sol partiyi inşa etmek olmalıdır. Sorun bu reform taleplerin peşinden gidebilecek bir siyasal iradenin ortaya çıkarılmasıdır. Bu anlamda Özgürlük Dayanışma Partisi (ÖDP) içinde gelişen süreçte Ufuk Uras’ın aldığı tutum çok önemli ve sahip çıkılması gerekir. ÖDP’nin Ergenekon soruşturması karşısında Ufuk Uras’ın Ergenekon savcılarına ve hükümete verdiği destek eleştirilmişti. Bu tutum sol açısından iç ağlatıcıdır. Uras sosyalist solun bir kanadı tarafından liberallikle suçlandı. Bir diğer kanatta sosyal demokrat parti kurmanın sosyalistlerin görevi olmadığına dair eleştiriler oldu.

Sosyalist hareketin tarihine bakıldığında bu eleştirilerin külliyen saçma olduğu görülür. Troçki'nin, Hitler'e karşı, Alman Sosyal Demokrat Partisi ile Alman Komünist Partisi'nin mücadele birliği için nasıl çırpındığını biliyoruz. Bu birlik sağlanamadığı içindir ki Hitler rahat bir şekilde iktidara gelmişti. Bugün bu birlik sağlanmalıdır. Çünkü hala Ergenekoncular ve onların destekçisi partiler bıçak biliyorlar. Her fırsatta hükümete saldırırlarken aslında bize, demokrasi güçlerine saldırıyorlar. Bu sürece karşı durmak ancak birleşik bir hat oluşturmaktan geçiyor. Klasik anlamda parti disiplinin uygulandığı, tek bir ideolojinin temel alındığı parti anlayışıyla yapılamaz. Böyle bir fikir birliği iş yapamadan ayrılmayı getirir. Temel sorunlar belli. Demokrasi ve derin devlet, yeni bir anayasa, barış, çevre sorunu, kadın sorunu gibi temel konularda fikirliği sağlanmalıdır. Troçki bunu eylem birliği ve seçim birliği olarak düşünmüştü. Çünkü birlik istediği iki partide büyük ve kitleseldiler. Oysa bizde öyle güçlü parti yok. Yani biz bize kaldık. Küçüğüz, diye de kimse endişe etmesin. Bu avantaja çevrilebilinir. İsterseniz kentte küçük bir otomobille her sokağa girip-çıkabilir, ayak basmadık yer bırakmayabilirsiniz. Toplum solla bütünleşebilir duyarlılıktadır. Boşuna AK Parti üç dönemdir geniş kitlelerce desteklenmiyor. Toplumun vardır bir bildiği, sol bunu yeni öğreniyor ne yazık ki. Arabamız küçük olabilir, en azından hantal bir arabayla yola çıkmamış olacak sol. Gündemi sürekli değişen memleketimizde böyle bir kıvraklık avantaj sağlar sanırım. Bu da sola daha çok iş ve örgütlenme olanağı sağlar. Sol buradan büyür. Önümüzdeki 1 Eylül Dünya Barış Günü bunun başlangıcı olsun. Ama salt AK Partiye karşı bir sol olarak değil; demokrasi, adalet ve barış yolunda yeni bir sol için sokağa çıkılmalıdır. AK Partiyi aşan kitlesel bir sol için!

Çarşamba, Ağustos 26 0 yorum

Türk devletinin Kürt halkıyla yürüttüğü kirli savaşın sonuna yaklaştığımız artık ayan beyan ortadadır. Barış koşulları her yerde konuşulmaya başlandı. Bu süreci belirleyecek güç Kürt halkının kendisi, onun siyasi temsilcileridir. Türk solu bu sürece Kürt halkının talepleri doğrultusunda destek sunmalıdır. Ancak Türk solu ve sosyalistleri Ak Parti hükümetini şeriatçı olarak değerlendirdiğinden dolayı barış surecine kuşkuyla yaklaşmaktadır.

Türk solunun bu süreçte tutuk olması Ak Parti hükümetini geriye doğru savurmaktadır. Başbakan ‘Kürt açılımı’, ‘Anneler ağlamasın artık’ söylemini ‘Milli birlik’ olarak yeniden adlandırmaya başladı. Bunun nedeninin ırkçı MHP ve sözde solcu geçinen CHP’nin gerici muhalefeti olduğu görülmelidir. Bu gerici muhalefet ne kadar yaygara koparmaya çalışsa da bu süreci engelleyemeyecektir. Ancak süreci geciktirmeye ve baltalamaya çalışarak barış sürecini "batı"da hissettirmemeye çalışacaklardır. Bunu başarırlarsa tabanlarını ve toplumsal desteklerini büyütebileceklerdir.

Türk solu biraz akıllı davransa, bugün önemli bir toplumsal ve siyasi güç olabilir. Bu ‘demokratikleşme’ sürecinin barış süreci olduğunu algılayıp HÜKÜMETE DEĞİL BARIŞA DESTEK, diyerek gerici ve ırkçı muhalefete karşı çıkarak sokakta varolmaya çalışsa bugün hükümeti çok daha ileri düzeye taşıyabilirdi. Çünkü hükümetin toplumsal desteği, tabanı demokrasi, barış özlemiyle dolu. Dolayısıyla böyle bir taban karşısında bir parti gericiliğe düşmez. Düşerse ırkçı MHP ve devletçi CHP’den farksızlaşır ki Ak Parti böyle bir parti değil. Ak Parti Türk sermayesinin temsilcisidir. Ancak kendi sınıfının demokratik özlemlerini de içinde barındırdığı gözden kaçırılmamalıdır. Bundan dolayı MHP ve CHP’ye benzemiyor.

Barış sürecine destek hükümete destek anlamını taşımaz. Çünkü barış yukardan, hükümet tarafından gelen bir istek değildir. Barış isteği Öcalan’ın yakalanmasından sonra Kürt halkının genel talebi oldu. Bu talep on yılı aşkın bir zamandır dillendiriliyordu. Nihayet hükümet ve devlet bu çağrıya gönülsüz olsa da yanıt vermiştir. Asıl mesele bundan sonra başlıyor. Kürt halkı kendi barış taleplerini ardı ardına sıralıyor, yani hükümetten önce kendi taleplerini masanın üzerine bırakmış durumdadır. Türk solu bu talepleri mi destekleyecek yoksa barış karşısında tutum alan MHP ve CHP’nin yanında mı tutum alacaktır? Bütün mesele budur.


Türk solu, 500 milyar doların anlamsız bir savaş için nasıl harcandığını ve bu kirli savaşın sonucunda Ergenekon gibi cinayet şebekelerinin nasıl beslendiğini ve 18 bin faili meçhulü düşünsün. Türk solu yıllardır demokrasi talebi diyerek aşındırdığı yollara sorsun, her sokağa çıktığında azgınca üzerine gelen devlet güçlerini düşünsün. Bütün bunlar acaba demokrasinin eksikliğinden kaynaklanmıyor mu? Biraz düşünülse, biraz Ergenekonculuktan, biraz Kemalistlikten uzak durulsa bugün barışa hükümetten daha fazla sahip çıkacak ve sol toplum karşısında kaybettiği popülerliği yakalayacak.

Bu tarihsel süreçte Türk solu barışın yanında tutum aldığında Kürt halkı kazanacaktır. Pek tabi Türk işçi ve emekçisi de kazanacaktır. Özelleştirmeler karşısında yenilen işçi sınıfı kendine güven kazanacaktır. Kürt halkı kazandığında kamu emekçilerinin özgüveni gelişecek ve toplu sözleşmeli sendikal haklarını kazanacaktır. Barışın kazanması Türk solunun, Kürt solunun yani toplumun kazanması anlamına gelecek. Bakın sendikalar biraz ses çıkardı barış süreci genel demokrasi taleplerini kapsadı. Demek ki Türk solu ve sosyalistleri biraz kımıldayıp yüklenseler koca bir dünya kazanacaklar!

Cumartesi, Ağustos 22 0 yorum

Yaşanan bir kaç yılı siyasi açıdan siyasi gerilimlerle geçirmiştik. Cumhuriyet mitingleri, bir çok askeri darbe teşebüsü, Ergenekon soruşturması v.b bir çok gerici hamlelerle karşılaşmıştık. Mart ayına geldiğimizde de küresel krizin etkisinin hemen ardından yapılan yerel seçimler tahmin edilen sonuçları ortaya koydu. Her ne kadar yerel seçim yapılmasına karşı 29 Mart seçimleri genel siyasi ortamda geçtiği ve sonuçlarının da bu eksende değerlendirilmesi gerekir.

AKP'nin aldığı oy önceki genel seçimler ve yerel seçimler ile karşılaştığında gücünden az da olsa bir kan kaybına uğradığı söylenebilinir. AKP'nin liberal ekonomik ve siyasal açılımları toplumsal zenginliğin paylaşımında adaletsizliği artırması, DTP'yi dışlayarak Kürt sorununda belirli açılım hamleleri toplumsal desteğinin azalmasına neden olmuşur. Ayrıca sahil kent ve beldelerde siyasi açıdan silinmesi de CHP'nin laik-antilaik siyaseti karşısında tutunaması anlamına geliyor. Artık AKP merkez sağda konumlanan liberal bir partidir. Sadet Partisi'nin aldığı oy göz önünde tutulduğunda geneleksel siyasal islam tabanın SP'ne kaydığı bu seçimlerde görülür.
CHP ise Türkiye genelinde aldığı oy açısından başarısız bir muhalefet örneği gösterdiği söylenebilinir. Yalnızca İstanbul belediye başkanlığı için öne çıkartılan K. Kılıçlaroğlu sayesinde oy oranını artırmış olduğu görülür. Kılıçlaroğlu, CHP'nin terk ettiği sol sembolik aday olarak kampanyalarını yürütmüş ve de belirli ölçüde başarılı olmuştur. Kentin varoşlarına yaklaşımı, sosyal belediyecilik vurgusu ve yolsuzluklarla ilgili ortaya serdikleri Kılıçlaroğlunun toplumsal desteğini az da olsa belirli ölçüde artırmıştır. Ancak Kılıçlaroğlunun aldığı oyun hatırı sayılır bölümünü de MHP seçmeninden aldığı görülmelidir. Son dört-beş yıldır yapılan seçimlede MHP ve CHP tabanı aralarında hangisi güçlüyse ona seçim desteğini sunmaktadır. MHP'nin bir önceki genel seçimler dikkate alındığında, aldığı belediye başkanlıkları ve genel il meclis oylarına bakıldığında İstanbul'da MHP'yi başarısız olduğu söylenebilir. Oysa MHP seçmeni Kılıçlaroğluna desteğini sunmuştur. Kılıçlaroğlu'nun aldığı destek Cumhuriyet mitingleri oluşan kızıl-elma koalisyonun siyasal karşılığı olduğu gözlenir.
MHP son sekiz yıl içerisinde hızla oyunu yükseltiği gibi Türk siyasetinde tedirgin edici bir yörüngeye oturduğu bu seçimlerle birlikte ortaya çıktı. MHP'nin geleneksel Orataanadolu oylarını yeniden kazanması Türkiye genelinde aldığı destek Türk siyaseti açısından tedirgin edicidir. Kürt düşmanlığı, ergenekon sürecindeki tutumu ve demokrasi karşıtlığı özellikleri dikkate alındığında bu tedirginlik sanırım küçünsenmeyecektir. AKP' nin DTP'yi dışlayarak Kürt sorununda Ankara bazlı açılımları aslında Kürt sorununda ayak sürçtüğü olarak algılanmalıdır. Bu da siyasetin merkezinde Kür-Türk karşıtlığı olarak oturmaktadır. Kürt sorununda zaman kaybetmek MHP'nin oylarını daha da artırmak, ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor.
DTP açısından 29 Mart seçimleri bir başarı olarak algılanmalıdır. Kürt sorununda çözümün tek muhatabı olduklarını bir kez daha kanıtlamışlarıdr. DTP'nin Türkiye genelinde bir alternatif olması Kürt sorunun çözümüne ve Türk solu, sosyalistlerin tutumuna bağlıdır. Kürt halkının batı illerinde orta ve alt sınıfların üyeleri olarak görüldüğünde siyasal eğilimlerinin AKP ve ya CHP olduğu gözlemlenir. CHP olan eğilimin nedeni alevi oluşarı ve AKP'nin alevi açılımında yetersiz olmasından kaynaklanır. Batıda yaşayan Kürtlerin bir kısmı da AKP'yi desteklemektedir. Bunun nedeni de AKP'nin resmi Ankara yaklaşımının dışında kürt sorununa getirdiği açılımlardır. Ayrıca DTP'nin batıda emek eksenli siyaset vurgusunun da eksikliği Kürtlerin bir kısmının diğer partilere yöneldiği gözlemlenir.
Bu kısa siyasi değerlendirmelerin ardından Türk solu hakkında birkaç şey değerlendirebiliriz artık. Türk solu kemalizm ile olan bağı ve AKP'nin 'şeriatçı' olarak algılanması sonucunda Türk soluyla alakadarı olmayan CHP'nin kuyruğuna takıldığı görülür. Büyük kentlerdeki seçim propagandası baz alındığında bunu gözlemek olası. Türk solu henüz kendine olan güveni kazanamadığından hala CHP'nin kuyruğuna takılmış durumdadır. Türk solunun sendika düzeyinde organik bağı gözlemlendiğinde işçi snıfı içerisinde önemli bir örgütlenme düzeyi söz konusudur. Gerek Türk-iş, gerek DİSK ve KESK bu bağın gücünü ortaya koyar.
Bu seçimlerde en önemli sonuç olarak şu söylenmelidir; kemalizm düşmanlığı, şeriat düşmanlığı öne çıkarılarak Türk solu siyasal bir güç ve alternatif olma olasılığını taşımıyor. Çünkü solun kazanması gereken kitle CHP tabanı, kemalizmle bağını koparamamış sosyalist partilerin tabanı, AKP tabanın ve küreselleşme karşıtı oluşturulan çeşitli küçük örgütlenmelerdir. Sol başka bir yerde inşa edilemez. Bu öneriyi sunarken CHP ile ortak eylemler içinde konumlanalım demek istemiyorum. Ama CHP'li sendikalara gidilmeden, alevi derneklerine gidilmeden de onlarala tartışmadan sol bir alternatif oluşturulamaz. Ancak sol alternatif CHP partisinden bağımsız düşünülmelidir. Küçük bir örnek vermek gerekirse; bir kasbada belediye baskanlığı için sol CHP'yi desteklese ve belediye baskanlığı kazanılsa ki bunun bir çok örneği vardır, sonuç olarak ne deyişecektir? Siz bu belediye ile ne yapabilirsiniz? Kemalizmin, milliyetçiliğin, kürt düşmanlığının, islami fobinin bu denli işlendiği bir yerde ne yapılır, çok çok bir kaç çay ocağı veya çay bahçesi işletmesi elde etmekten başka hiç bir şey olmaz.

Solun ulaşması gereken kitlenin dağınıklığını ortadan kaldıracak olan ortak mücadele çağrısıdır. Bu yapılmadığı sürece solun alternatif olması söz konusu değildir. Yoksulluk ve yolsuzluk siyaseti Kemal Kılıçlaroğluna belirli bir oy kazandırığı göz önünde bulundurulursa solun, gerçek solun öne çıkarması gereken sorunlar apaçık ortadadır. Gündelik siyasi talepler Türk solunun alternatif olması için olmazsa olmaz taleplerdir. Bu talepler siyasi bir parti olmadan da hayata geçirilmesi solu pek güçlendirmez. Nedeni de küçük sol partilerin parti anlayışları ve kendi partilerinin çıkarını genel solun çıkarlarının karşısında görmelerinden kaynaklanır. Peki ne yapılmalıdır?
Öncelikler dağınık sol kitleyi bir araya getirilmelidir. Bu bir araçla olunur. Yalnızca kampanyalarla bu sağlanmaz. Yeni bir parti talebi hem kampanyaları hem de birlikteliği artıracaktır. Partileşme süreci ayrıca bir disiplin sağlayacak ve ortak eylemlikleri önceliyecektir. 29 Mart yerel seçileri sol ve sosyalistlerin kendi bölgelerinde CHP kuyrukçuluğuna savrulmaları bu dağınıklığın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Partileşme süreci somut gündelik talepleri etrafında olmalıdır. Bu partileşme aynı zamanda Kürt hareketi ile de bağımızı güçlendirecektir. Türk solunun önceden tartıştığı çatı partisi gibi bir çok girişim sonuçsuz kalmıştı.

Bu yeni dönemde eylem birliğini ortaya koyan bir parti girişimi kampanyalar ekseninde tekrar denenmelidir. Bu süreç sendikalar, meslek örgütleri başta olmak üzere bir çok siyasi gurup ve partiyi kapsamalıdır. Acil sorunlar öne çıkarılarak bu süreç bir kampanya havasıyla sağlanabilinir. Öncelikle ergenekon sürecinde tavizsiz, sonuç alıcı kampanyalar düzenlenmelidir, ergenekoncu cinayet örgütünü sol sokakta yargılamalıdır, Kürt sorununda DTP ile oratak eylemler düzenlemelidir, küresel kriz karşısında ortak mücadele bayrağı yükseltilmelidir, Yolsuzluklar üzerine kampanyalar örgütlenmelidir ve demokrasi talebi öne çıkarılmalıdır. Bu eksende bir eylem partisi şekillendirlilebilinir ve de sol siyasi anlamda alternatif olabilir.

Sosyalistler eğer sözüne ettiğim partileşme süreci içinde olabilirlerse demokrasi, militarizm, derin devlet, kemalizmi, kürt sorunu, sosyalizm, çevre sorunu, devrim- reform ve kadın sorununu gibi temel konu başlıklarını geniş kitlelerle tartışabilirler ve sosyalistlerin yitirdikleri prestiji kitlelerin önünde yeniden kazanabilirler. Hatta siyasette belirleyici konuma da gelebilirler. Pek tabi bu, sol sendikacıların bürolarda oturmaktan ve yirimi kişiliklik sol ve sosyalist pati guruplarının bürolarda birbirlerine şov niteliğinde yaptıkları tartışma toplantılardan sıkılmalarıyla olacak şeydir.

Cumartesi, Nisan 4 0 yorum

bu tartışma hayra alamet mi, çok bilmiyorum. show'da celal şengör var şu an ( 20.03.09 saat:02.10). savunamıyor da gerzek herif. marksizme takmış çünkü. hatta, marks'ın "insanlar doğayı değiştirmek istediler" falan dediğini ileri sürüyor, 11. tezi götünden okuyarak. sözümona marsist ülkeleri dolaşmış, görmüş. neyse ben, cevaplara geleyim. bu notlarda yaratılışçıların safsatalarına verilmiş çeşitli yanıtları okuyun.

1- “Evrim Teorisi termodinamiğin ikinci yasasıyla zıttır.”
Bu iddia tamamen yanlıştır. Termodinamiğin ikinci yasası ancak idealize edilmiş “kapalı sistem”lere uygulanabilir, oysa dünya kapalı bir sistem değildir.

2- “İnsan maymundan evrimleşseydi dünyada maymun kalmazdı.”
Bu iddia yaratılışçıların evrim teorisi hakkındaki bilgisizliğini ortaya koyar. Evrim teorisi yalnızca insanların kökenine dair bir teori değildir. Tüm doğanın, dünyanın ve evrenin gelişimiyle ilgilidir. İnsana ilişkin olarak ise, evrim teorisi, insanın maymundan evrimleştiğini değil, maymunlarla insanların ortak bir atadan geldiğini söyler.

3- “Evrim teorisi sadece bir kuramdır.”

Bu tamamen konu dışı bir iddiadır. Bilimde birçok kuram vardır ve hepsi olguları daha doğru, kapsamlı ve daha ileri bir teori geliştirilinceye kadar geçerli kabul edilmektedir, hatta dünyanın güneş çevresinde döndüğü bile %100 kanıtlanamamıştır. Yaratılışçıların birçok kuramı kabul ederlerken bu kuramı reddetmeleri gayet doğaldır.

4- “Doğal seçilim dairesel muhakemeye dayanır. Yani iyi uyum sağlayan hayatta kalır ve hayatta kalanların iyi uyum sağladığı farz edilir.”
Doğal seçilimin günlük konuşma dilindeki açıklaması, iyi uyum sağlayanın hayatta kalabilmesi şeklindedir. Ancak teknik açıklamasına göre doğal seçilim, farklı hızlarda üreme ve hayatta kalma kavramlarını içerir. Ayrıca evrimin sadece doğal seçilime dayandığını iddia etmek evrim hakkındaki birçok bilgiyi görmezden gelmektir.

5- “Evrim bilimsel değildir, çünkü doğrulanamaz veya yalanlanamaz. Ayrıca gözlenemeyen veya yeniden yaratılamayan olaylarla ilgilidir.”
Bu iddia evrimi iki ana parçaya bölen farklılığı göz ardı ediyor. Bunlar makroevrim ve mikroevrimdir. Mikroevrim bir türün zaman içinde gösterdiği değişiklik ile ilgilidir. Makroevrim, tür düzeyinin üzerindeki taksonomik (sınıflandırma ilmi ile ilgili) grupların değişimini inceler. Bunun kanıtları fosil kayıtları ve DNA karşılaştırmalarından elde edilir.

6- “Bilim adamları zaman geçtikçe evrim gerçeğinin doğruluğundan şüphe etmeye başladılar.”
Bu iddia asılsızdır. çünkü yapılan anketler ve haberlerde böyle kayıtlar rastlanmadı, elbette şüphe edenler vardır ki bunlar baştan beri vardı. Yani sonradan aralarına katılanların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.

7- “Evrim biyologları arasındaki görüş farklılıkları, evrimin somut bilimsel temellere dayanmadığının en belirgin göstergesidir.”
Bu olay her bilim dalında her teori üzerinde yaşanan gayet normal bir olaydır. Bilim adamları tartışmalı ki yeni bilgiler ortaya çıkabilsin.

8- “Dünya üzerinde yaşamın bir yaratıcı olmadan ortaya çıkma ihtimali sıfırdır. çünkü dünyanın o zamanki atmosferi buna uygun değildir.”
Bu iddiayı iki yönden cevaplayalım: a) Yaşamın bir yaratıcı olmadan bir anda ortaya çıkma ihtimali gerçekten sıfırdır. Fakat yaşamın ortaya çıkışı bir anda olmamıştır. Yüz milyonlarca yıl süren bir süreçtir. b) dünyanın o zamanki atmosferi hidrojence zengin yani yaşama dosttur (bkz. Bilim ve teknik dergisi, mayıs 2005).

9- “Mutasyonlar evrim kuramı için gereklidir, ancak mutasyonlar yalnızca varolan özellikleri yok eder; yeni özellikler yaratmaz.”
Tam tersi, biyoloji “nokta mutasyonlar” (organizmanın DNA’sındaki noktasal değişimler) yoluyla oluşan pek çok özelliği ortaya döker. Antibiyotiklerin bakterilere karşı direnç kazanması buna bir örnektir.
Ayrıca moleküler biyoloji, nokta mutasyonların ötesine geçen genetik değişiklik mekanizmalarını keşfetmiştir. Bu mekanizmalar yeni özelliklerin oluşması için yeni yollar açar. Genlerin içindeki işlevsel modüller yepyeni biçimlerde birbiriyle birleşir. Bütün genler rastlantısal olarak organizmanın DNA’sının üzerinde kopyalanır ve bu kopyalar yeni, karmaşık özellikler için özgürce harekete geçer.
Değişik organizmalardan alınan DNA’ların karşılaştırılması sonucu, bir kan proteini türü olan globinlerin milyonlarca yıllık evrimini gözler önüne serer.

10- “Bugüne dek kimse yeni bir türün evrimleştiğine tanık olmamıştır.”
Oluşum aşamasında yeni bir türü tanımak zordur, çünkü biyologlar bir türün nasıl en iyi şekilde tanımlanacağı konusunda görüş birliğine varamazlar. En yaygın tanım Mayr’ın Biyolojik Tür Kavramıdır. Buna göre tür, üreme açısından izole edilmiş farklı bir popülasyondur. Bu bağlamda bu türün bireyleri kendi topluluklarının dışında üreyemez. Pratik açıdan bu standardın, mesafe, arazi yapısı veya bitki örtüsü nedeniyle izole edilmiş organizmalara uygulanması zordur. Dolayısıyla biyologlar, bir türün bireylerini tanımak için organizmaların fiziksel ve davranışsal özelliklerinden yararlanırlar.
Yine de bilimsel literatür solucan, böcek ve bitkilerde bazı türlerin oluşumuna ilişkin raporlara yer verir. Bu deneylerin pek çoğunda araştırmacılar organizmaları değişik tipte seleksiyona tabi tuttu ve sonucunda bu popülasyonların, dışardakilerle çiftleşmediğini keşfetti.

11- “Evrimciler geçiş dönemine ait herhangi bir fosili bulup çıkartamamıştır. örneğin yarı sürüngen, yarı kuş gibi...”
Bu tamamen asılsız bir iddiadır. Herhangi bir dergi veya gazeteyi okusanız bu fosiller hakkındaki haberleri ve resimleri görebilirsiniz. İnsanın evrimiyle ilgili binlerce fosil bulunmuştur. Bunun dışında Archaeopteryx adlı bir fosil vardır ki en ünlüsüdür. Bu fosil kuşlara özgü tüy ve iskelet yapısına sahipken aynı zamanda dinozor özellikleri de sergiler.

12- “Canlılar son derece karmaşık bir yapıya sahiptir -anatomik, selüler ve moleküler düzeyde-. Bu yapı daha az karmaşık olsaydı çalışamazdı. Bu da şu anlama gelmektedir. Böyle bir yapı ancak akıllı bir tasarım sonucu oluşur, evrim sonucu değil.”
Bu tasarım konusu yaratılışçıların en fazla üzerinde durduğu tartışmadır ve en eskisidir. 1802 yılında teolog William Paley şöyle yazıyordu: “Eğer tarlada bir saat bulursanız, ilk aklınıza gelen bunu birinin düşürmüş olduğu olasılığıdır; doğal güçlerin bunu orada ürettiğini düşünmezsiniz. Bu benzerlikten yola çıkarsak, canlıların karmaşık yapılarından dolayı doğrudan, kutsal bir iradenin eseri olduğunu anlarız.”
Paley’in bu iddiasına karşı Darwin “On the Origin of Species-Türlerin Kökeni” isimli eserini yazarak, seçilimin ve doğal güçlerin zaman içinde evrimi nasıl şekillendirdiğini açıkladı.
Yaratılışçılar onlarca yıldır Darwin’in görüşlerini çürütmek için göz örneğini öne sürüyor. Yaratılışçılara göre gözün evrimleşmesi olanaksızdır. Gözün görüntü yaratma becerisi parçalarının mükemmel düzeninden kaynaklanır. Dolayısıyla doğal seçilim gözün evrimi sırasında geçireceği ara dönemlere izin veremez. Yarım bir göz zaten işlev yapamaz.
Böyle bir eleştiriyi önceden tahmin eden Darwin, “tamamlanmamış” bir gözün de, tamamlanmış göz kadar olmasa da en azından yararlı olacağını iddia ediyordu; örneğin canlı ışığa doğru yol alabilir.
Biyoloji Darwin’in haklılığını daha sonra ortaya çıkarttı. Bilim adamları hayvanlar aleminde ilkel gözlerin ve ışığa-duyarlı organların olduğunu kanıtladı.
Akıllı-tasarım fikrini savunanlar bugün öncekilerden daha zekice sorular soruyorlar. Ancak yine de tartışma ve hedeflerinde bir değişiklik görülmüyor.

13- “Son araştırmalar, mikroskobik düzeyde bile, yaşamın evrim sonucu ulaşamayacağı kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu kanıtlıyor. “
Dembski’nin bu iddiası bilim adamlarınca çeşitli yönlerden çürütüldü. Santa Fe Enstitüsü’nden bilim adamları basit, yönlendirilmemiş süreçlerin inanılmayacak düzeyde karmaşık şekiller oluşturabileceğini kanıtladılar. Organizmalarda görülen karmaşık yapıların bazıları, dolayısıyla, henüz bilemediğimiz bir nedene bağlı olarak, doğal fenomenler sonucu oluşabilir. Ancak bu, karmaşanın doğal olarak ortaya çıkamayacağı anlamına gelmez.
Ayrıca açıklayamadığınız her noktada tanrı fikrini ortaya atarsanız bilim ilerlemez. Newton’a “dalından kopan bir elma neden yere düşer?” diye sorduklarında “hikmet-i hüda” deseydi yer çekimini yasalaştıramaz, bilimin ilerleyişi yavaşlardı. Açıklanamayan her şeyi idealistler gibi tek bir sözcükle geçiştirmemeli, tam tersine üstüne gitmeliyiz.

14- “Canlıların değişebilme için genlerinin de değişmesi gerekir ki böyle bir değişme yoktur.”
Aslında böyle bir değişim vardır. Genlerdeki milyonlarca süren nicel değişimler bir nitel değişime sebep olur. Bu değişim türün değişmesidir.

15- “Evrimin Teorisinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışan deneyler başarısız olmuştur. Yani hiçbir şeyin yaratıcısız olmayacağı kanıtlanmıştır.”
Burada sözü geçen deney Miller deneyidir. Miller bir kabın içinde bir atmosfer oluşturmuş ve bir hafta boyunca yaşamın oluşmasını beklemiş ve hatta deneye bazı hileler karıştırmıştır fakat kabın içinde yaşam oluşmamıştır. çünkü Miller yanlış bir atmosfer oluşturmuştur. Bundan daha önemlisi ise daha önce dediğimiz gibi yaşamın ortaya çıkışı milyonlarca yıllık bir süreçtir. Yaşam bir haftada oluşturulamaz ve milyonlarca yıl sürecek deneyler de yapılamaz. Ayrıca Miçurin deneyi türlerin değişebileceğini ortaya koymuştur. Bunun dışında günümüzde inorganik maddelerden canlı yapma deneyleri yapılmaktadır ve bu deneyler başarıyla yürütülmektedir. Bu canlılar evrim bile geçirebilecek yapıdadırlar.

16- “Yaşamın doğada cansız maddelerden ortaya çıkması biyolojinin hayat hayattan gelir ilkesine aykırıdır.”
Az önce dediğimiz gibi cansız maddelerden canlı varlıklar çıkabileceğini gösteren deneyler başarıyla yürütülmektedir.

bağcık

Perşembe, Mart 19 0 yorum

Başkasının günlüğünü okumak hiç bu kadar keyifli olmamıştı. ‘Sivil’ darbe günlüğünü buradan okuyabilir, daha birkaç yıl önce nasıl bir darbe tehlikesiyle karşılaştığımızı görebilir, ve/dahi kendini ‘cumhuriyetçi, tehlikenin farkındacı’ gösterip, ‘iran olacağız’ diye topluma paranoya yayanların aslında ülkeyi haiti yapmak istediklerini daha iyi anlayabilirsiniz.