Ferhan Şensoy çok güzel söylüyor. "Gerisine bizim de bütçemiz yeter!" Eğlenceli ama talep olarak ciddi. 'Para olmasa!' diyor. Olmayacak şeyler de söylemiyor. Ferhan Şensoy da "başka şeyler olabilir" diyor. Videonun Youtube'daki ilk hali şu aslında. Videoyu bir arkadaşımın sitesinde izlemiştim ilk. Çok beğendim. Ama sonunda, Ferhan Şensoy, az önce söyledikleriyle alakasız biçimde homofobik şeyler söylemeye başladı. Videonun bu bölümünü kesip, şurada aceleyle yeniden yayımladım ben de, Ferhan Şensoy | Para Olmasa | Homofobisiz adıyla, bir yandan da, bu kadar düzgün şeyler düşünen ve söyleyen insanlar, neden Kürt sorunu, ifade özgürlüğü, ayrımcılık gibi konularda böylesine "dümdüz" olabiliyorlar diye düşünerek...
Milletin YouTube, Facebook, YouPorn vesair internet kanalıyla ilişkisini iyi anlatmıyor mu dersiniz?
Son zamanlardaki takıntım Telvin. Telvin Trio Erkan Oğur (gitarlar ve kopuz), İlkin Deniz (bas) ve Turgut Alp Bekoğlu'dan (davul) oluşan ve fusion müzik yapan müzik topluluğu. Kendilerini şöyle anlatıyorlar, ne yazık ki hala faal olamayan resmi sitelerinde: "Sözlük manası; renkler, renk vermek, karakterler demektir. Tasavvufdaki manası ise halden hale geçmek, karara doğru seyretmenin zaman içerisindeki ifadesidir. Biz bu anlayışı, halden hale seyrimizi müzikle ifade ediyoruz. 1995 yılında bir araya gelerek bir kapıdan içeriye girdik, kapıyı içeriden kapattık, dışarıya açılan kapıyı aramaktayız..."
Nejat Yavaşoğulları'nın söylediği güzel şarkı eşliğinde...
İngiltere'de güncel sanat dalında verilen en saygın ödül olarak kabul edilen Turner ödülü Mark Wallenger 'ın oldu.
Sanatçının ödüle değer görülen eseri ise Irak savaşına muhalefet eden bir eylemcinin parlamento meydanında altı yıldır düzenlediği gösteride kullandığı bütün görsel malzemelerinin bir müzede yeniden yaratılması. Ödül töreni, her yıl olduğu gibi Londra'da değil, gelecek yılı Avrupa'nın Kültür Başkenti olarak kutlayacak olan Liverpool kentinde düzenlendi. Mark Wallenger, on iki yıl önce de finalistler arasında sayılmış, ancak ödülü Damian Hirst'e kaptırmıştı.
Mark Wallinger'ın ödüle değer görülen eseri, Haziran 2001'den bu yana İngiltere parlamentosunun önünde savaş karşıtı gösteri yapan Brian Haw'un pankart, poster, döviz ve fotoğraflarının kopyalarından oluşuyor. Wallinger, bir süredir Londra'daki Tate Britain müzesinde sergilenen eserinde, Irak'ın işgaline muhalefetin en önemli simgelerinden biri haline gelen Brian Haw'un protesto çadırına yeniden hayat veriyor. Çünkü eserdeki pankart, döviz, poster ve fotoğrafların asılları polisin elinde.
İngiltere polisi, geçen yıl çıkarılan ve parlamentonun bir kilometre çevresinde izinsiz gösteri yapılmasını yasaklayan yasa uyarınca, Haw'un hemen herşeyine el koymuştu. El konulan parçalar arasında ABD Başkanı Bush ve eski İngiltere Başbakanı Tony Blair'in katliamla suçlandığı pankart ve resimler de var.
İhlal
Ödülün sahibi olan Wallinger, parlamento meydanındaki protesto malzemelerine polisin el koymasının İngiltere'deki temel hak ve özgürlüklerin ihlali olduğunu; çalışmasında insanların bu protesto kompozisyonunu görmesini istediğini söylüyor. Wallinger'ın eserinde savaş karşıtlarının destek mesajlarından, "savaşa hayır" yazılı tişört giyen oyuncak ayılara, Haw'un protesto çadırındaki çay tezgâhına kadar herşey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Eserin sergilendiği Tate Britain müzesi İngiltere parlamentosunun çok yakınında. Hatta bir bölümü, bir kilometrelik yasak alanın içinde kalıyor. Bu yüzden müzenin avukatları, sergi öncesinde sorun çıkmaması için polise danışmışlar. Eserlere ilham veren Irak muhalifi Brian Haw da, ödül töreni nedeniyle Liverpool'a gitti. Haw, bu nedenle tam 2375 gündür mesken tuttuğu parlamento meydanını ilk kez boş bıraktı.
mardin mor agop süryani kilisesi rahibi daniel kaçırıldı! trabzon ve malatya katliamlarında akan kan kurumamışken...
"sizin dininiz size, benim dinim bana/ kafirun suresi"
| İş: Meryem Ana, Memed Erdener, 2003 |
Duydum ki DTP'ye açılan kapatma davasının gerekçesinde Mahmut Alınak'ın başbakana gönderdiği Kürtçe mektup da varmış... Davayı açan Cumhuriyet Başsavcılığı'na Bazı antlaşma ve yasa hükümlerini hatırlatmak isterim. Bu arada Sevr paranoyaklarının, Lozan İnisiyatifi filan kuran perinçsizlerin de kulakları çınlar belki...
Lozan Andlaşması Madde 39 :
Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe'den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.
Bu maddeye bakılırsa mitinglerde de basında da mahkemelerde de Kürtçe konuşulabilir. Bu konuda hiçbir kısıtlamaya izin vermiyor. Peki bu maddeye uymak zorunda mıyız? Anayasamıza bakalım...
Anayasa madde 90:
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
Vakit paçavrasının "küstah" diyerek hedefe koyduğu sergiyi destekliyoruz! Sergi videosunu ve Hafriyat'tan extramücadele ile yapılmış söyleşiyi izleyebilirsiniz...
AMA 400 BİNİ KAÇAR...
Asker kaçaklarının sayısı bir ülke ordusunun asker sayısını çoktan geçti. Gayri resmi verilere göre, kaçak asker sayısı 400 bini aştı. Yetkilileri sayının kamuoyuna yansıması korkusu sardı. Önlem alan ordu, verileri 'milli sır' kapsamına aldı
Türkiye'de, asker kaçaklarının sayısına dair resmi bir rakam yok. Devlet, kaçak asker sayısını bir sır gibi saklıyor. Askere gitmeyenlerin sayısı, adeta devlet sırrı kapsamına alınmış durumda. Ordu, kaç asker kaçağı bulunduğuna yönelik kamuoyuna şu ana kadar herhangi bir açıklama yapmış değil. Kesin rakam konusunda veri yok. Ancak gayri resmi verilere göre, sayı 400 bin civarında. Sayının bugüne kadar kamuoyunu tatmin edecek şekilde açıklanmaması, hem sayının yüksek olduğuna dair inançları pekiştiriyor, hem de çeşitli spekülasyonların kapısının aralanmasına neden oluyor.
KAÇAKLARIN NEDENİ KORKU
Ülkedeki asker kaçaklarının sayıca çok olduğu düşünenlerden biri de Ege Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Nilgün Toker. "Ancak" diyor Toker, "Ülkede asker kaçaklarının sayıca epey fazla olması, militarizme, dolayısıyla orduya yönelik bir eleştiriye işaret etmiyor. Bunun işaret ettiği şey esas olarak karşı çıkış değil, korkudur." Toker'e göre, "Türkiye'de genç erkekler askere gitmekten korkarlar. Bu korku doğal, çünkü kendi yaşam tarz ve düzenlerinden bambaşka bir düzene girmek, tanımadığı bir çevrede, üstelik de tümüyle sert, ağır bir disiplin altında var olmaktan korkarlar. En önemlisi, insanın en doğal korkusu, "ölüm korkusu" nedeniyle korkarlar."
ORDU AÇIKLAMAZ ÇÜNKÜ...
Toker, korkunun kendisini ne şekilde görünür kıldığı konusunda ise şu hususlara dikkat çekiyor: "Korku ya gerçekleştirilecek eylemin mümkün en uzun süre ertelenmesi şeklinde asker kaçaklığıyla ya da asker uğurlama törenlerindeki aşırı çoşku ve yüreklendirme ile kendisini görünür kılar. Militarizme yönelik bir eleştirinin de toplumun genelinde korkaklıkla eş değer tutulmasının nedeni budur. Korku ve cesaret ikileminde düşünülen bir şeydir ülkede askerlik."
Peki ordunun asker kaçaklarını devlet sırrı kapsamında görüp herhangi bir açıklama yapmamasına ne demeli? Soruyu, Toker yanıtlıyor: "Ordunun asker kaçaklarının sayısını ilan etmemesinin nedeni, bu tür bir korkunun yaygınlığını topluma meşrulaştırmamak için olduğu kadar, ulusa dayalı bir milliyetçilik ideolojisi gereği de bu bilgi açıklanmaz. Çünkü, ulusa görev olarak tanımlanan askerlikten kaçmak, bu ulusa bağlılığın zayıflamasına işaret eder ki, ideolojik olarak işaret ettiği şey istenilmeyen şeydir."
SAVAŞ DA ETKİLİ BİR FAKTÖR
Ege Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Nilgün Toker, asker kaçakları ile Kürt sorunu arasında da ilişki olduğunu vurguluyor. Toker, İlişkinin mahiyetini şu sözlerle dile getiriyor: "Asker kaçaklığının artmasında Kürt sorununun tabii ki bir ilintisi var: Ölüm korkusunu daha da ağırlaştıran bir şey savaş ve çatışma ortamının sürekliliği. Asker uğurlama törenlerinde 'bizim asker gidecek ve geri gelecek!' dedirten bu ölüm korkusu."
KÜRTLER ASKERE GİTMİYOR
Kaçak asker sayısının 400 bin olduğunu belirten vicadani retçi Ercan Çelik'e göre, asker kaçakları sayısı dikkat çekici. Peki sayının bu denli fazla olması hangi faktörlerden kaynaklanıyor? Çelik, birinci faktörün sınıfsal ve ekonomik olduğunu düşünüyor ve şöyle devam ediyor:
"Geniş yoksul kesimin ekonomik olarak erkek çocuklarına olan bağımlılıklarından dolayı askerlik olayını ertelemek gibi bir duruma gidebiliyorlar. Ancak her Türk'ün asker olarak doğduğu bir devlette asker kaçakları sayısının bu denli çok olmasını bu neden açıklayamaz." Peki o zaman neden bu kadar çok asker kaçağı var?
Çelik'e göre, sorusuna en yakıcı cevabı Kürtlerde aranmalı. "Çünkü" diyor Çelik, "Kürtlerin askerlik yapmaya tarihten beri karşı olduklarını söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Kürtlerin halk olarak devlet karşısında yaşadıkları özgürlük sorunu. Türkiye'deki militarist yapılanma ile şekillenen toplumsal yapı içinde 20 yaşına gelmiş her Türk erkeğinin askerlik yapması adeta kutsanırken bu durumun Kürdistan'da yaşandığını söylemek mümkün değil. Üç kuşak (dede, baba, oğul) asker kaçağı olduğu gerçeğinin en tipik örneklerini Kürdistan’da bulmak mümkündür."
YASA NE DİYOR?
Askerlik çağına girdikleri halde askerlik şubelerine giderek yoklamalarını yaptırmayanlar yoklama kaçağı, yoklamalarını yaptıkları halde çağrıldıklarında askere gitmeyenler ise bakaya olarak adlandırılıyorlar. Askerlik Kanunu'nda ve askeri Ceza Kanunu'nda yoklama kaçağı ve bakaya durumundaki kişilerin yargılanmasına ve cezalandırılmasına ilişkin düzenlemeler yer alıyor. Askeri Ceza Kanunu'nun 63. maddesine göre, geçerli bir mazereti olmadığı halde askere gitmeyerek bakaya ve yoklama kaçağı durumuna düşenler, askere teslim olma süresinin uzunluğuna göre 1 ay ile 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyor. Şimdiye kadar asker kaçakları askeri mahkemelerden yargılanırken, artık bu davalar Temmuz ayında yapılan yeni düzenleme ile sivil mahkemelere bırakıldı
Bienalle ilgili bir yazı yazmış ve başlığını da “binaenaleyh bienal aleyhtarıydım” koymuştum. Bu yazıyı yazmak yoktu hiç aklımda. Bienalle ilgili gelişmeleri izleyecek ve değerli bulduklarımı duyuracaktım. Dün bir de baktım ki birileri hakikaten bienal aleyhtarı oluvermiş.
Neymiş, küratör Hau Hanru, bienal kataloğunda, benim de beğenip yayımladığım yazısında, Türk devrimi için “tepeden inmeci” demiş. Efendim nasıl dermiş! Atatürk bi kalksa var ya, naparmış bu çinli çocuğa! Gazetelerin okuyucu yorumlarında baktım da, zaten Çinliler memleketi ele geçirmeye çalışıyormuş mallarıyla, Çin malları boykot edilmeliymiş falan fıstık. Bunlar en delileri.
Bi de en fıstıkları, en akıllıları, Sanat tekelcileri ayaklanmış.Marmara Güzel Sanatlar'ın sn. haşmetli dekanı, tebası olan 130 küsur akademisyen adına bi açıklama yaparak Hanru'yu şiddetle kınamış. Geçenlerde entivi'de bi mhpli vekil, “şiddetli bi uzlaşmaya ihtiyacımız var” diyordu, onu hatırladım! Şiddet ve uzlaşma! Dili sürçmüştür mutlaka! Neyse dağıtmayalım konuyu. Ama dağıtmamak ne mümkün. Mümkünsüz yani.
Bi kere bu haşmetli bayan dekan nasıl oluyor da 130 küsur akademisyen adına açıklama yapabiliyor. Neymiş, konsey kararıymış. 3-5 kişi almış yani kararı. Haşmetiye buyurmuş ki, karara katılmayanlar isimlerini onlara iletecekmiş, onlar da medyaya bu karara itiraz edenlerin isimlerini verecekmiş. Vallahi atmıyorum. Dileyen 27 Eylül tarihli Milliyet'e baksın. Ya bu Eylül ayı tuhaf yapıyo birilerini...
Şimdi sayın sanat kraliçem, bu isimler kek mi sana adını versin? Bu yaptığın baskı değil mi canım kraliçem? Bu bir. Sonra sen, siz yani sayınım benim, 130 akademisyen adına açıklama yaparken, tam da Hanru'nun eleştirdiği o “tepeden inmeci”lerden olmuyor musunuz? Oluyorsunuz. Üstelik kınıyorsunuz. Neyi peki? Hanru'nun fikirlerini. E, bize ne peki? Bize ne olur mu hiç?
Kaçmıyor kraliçem bizden. Siz, tam da Türkiye neydi o orası mı burası mı, hah hatırladım “Malezya olur mu?” tartışmaları yaşanırken, mahalle baskısı “başı açıkları kapatır mı?” korkusu memlekete yayılırken, yayılmaya çalışılırken çıkıp milliyetçiliğin adına aldınız sözünüzü. Türütlerin, Ariflerin kafasının basamayacağı bi yerden duyurdunuz bizlere sesinizi, bienalden. Tebrikler, zamanlama mükemmel....
Şimdi müsaadenizle konuya yaklaşalım. Ne demiş Hanru? Aynen alıntılıyorum yazısının ilgili pasajını. 1 no'lu bölümün tamamını almadan anlayamayacağımız için, affınıza sığınarak, işlendiğini iddia ettiğiniz kabahate ortak olarak alıyorum.
“Küresel savaş çağında yaşıyoruz.
Bu savaş, çatışma ve çarpışmaların büyük bölümü gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor. İmparatorluk'un merkezi dünyanın geri kalanına acımasızca şiddet ihraç etti. Öte yandan, sömürgelikten çıkma ve bağımsızlık aşamasından modernleşme ve küreselleşme aşamasına yapılan zorlu geçişte gelişmekte olan dünyanın karşı karşıya bulunduğu bir zorluk da söz konusu.
Üçüncü Dünya, batılı olmayan dünyanın uzun sömürgelik yıllarından sonra bağımsızlaşma, kendi ulus devletlerini, kendini tanıma, bağımsızlık ve eşitlik ilkeleri temelinde icat etme projesiydi. Modernleşme tam da bu hedefe giden yol haline geliyor ve çoklu modernlikler bu yolun ideolojik ana hatlarını sağlıyor.
Dolayısıyla Üçüncü Dünya, tanımı itibarıyla küresel bir proje. Kitleleri, Üçüncü Dünya için mümkün tek yol olarak modernleşmenin önemine ikna etmek için elit sınıfın “daha aşağı” sınıfların, silahlı kuvvetlerin ve uluslararası yardımın kabul, işbirliği ve desteğine bağlı modernlikleri ve reformları dayatmanın tepeden inme modellerine başvurması gerekmektedir.
Bu dayatma genellikle şiddetli ve diktatörce olmuştur ve halkın hayat koşullarındaki soysuzlaşmaya egemen sınıfların ayrıcalıklarını protesto ederek tepki göstermesi, IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekmektedir. Bu toplumsal hareketlilikler aynı zamanda uzun süredir “gömülü”, sağ milliyetçilik, etnomerkezcilik, ırkçılık ve dini tutuculuk gibi bir çok muhafazakar ideolojiyi ve değerleri de uyandırdı ve bu grupların “yeniden doğması”na ve kritik toplumsal boşluklar içerisinde popüler olmasına izin verdi.
Üçüncü Dünya şimdi bir çelişki ile karşı karşıya; “yeniden doğuş”a varabilmek hem bir kriz hem de bir hedef haline geldi. Kilit soru, batılı olmayan dünyanın hala, liberal kapitalizmin sürüklediği ve Batılı güçlerin tahakkümü altındaki küreselleşmenin doğurduğu zorluklar karşısında etkili modernleşme ve modernlik modelleri icat edip edemeyeceği.
Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biri olarak Türkiye'nin tarihi ve son dönem konumu bu yöndeki en radikal, çarpıcı ve etki uyandıran vakalardan birini oluşturuyor. Ancak can alıcı bir sorun, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modelinin yine de sisteme dahil bazı çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu, tepeden inme bir dayatma olması: reformların, devrimci birer araç olarak gerekli olmalarına rağmen yarı-askeri bir şekilde dayatılması demokrasi ilkesine aykırıydı; milliyetçi ideoloji evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işledi ve toplumsal bir elit önderliğindeki ekonomik ilerleme toplumsal bölünme üretti. Popülist siyasi ve dini güçler, taleplerini toplumun “taban”ında yeniden oluşturmayı ve yönlendirmeyi ve bu talepleri kendi çıkarları yönüne çevirmeyi başardılar.
Bu küresel savaş ve liberal kapitalizmin küreselleşmesi çağında, modernleşme ve modernlik tartışmasına tekrar can vermek ve toplumsal gelişmeyi iyileştirecek eylemci öneriler ortaya koymak imkansız değil, üstelik gerekli. Bugün modernleşme yerel koşullar ve ideallerle ilişkili çeşitli modeller üzerinde, ve bireysel yerellikler ile “küresel” arasındaki uzlaşmaların alanında gerçekleştirilmeli. Başka bir deyişle,Türkiye toplumunu mevcut çelişkili durumundan çıkarmak için, bireysel haklara ve hümanist değerlere saygı üzerine kurulu, aşağıdan gelen, gerçekten demokratik bir modernleşme ve modernlik projesi gerekmektedir.Bu geçiş halindeki küresel durum için de geçerli...
Bu metnin açıkça işaret ettiği iki şey var sn. Kraliçem bence. Biz yoksul insanları ilgilendiren... İşte benim aklımda kalanlar şunlar, Hanru'nun “bildirisini” okuduğumda yeniden:
1- Sağ milliyetçilik, etnomerkezcilik, ırkçılık ve dini tutuculuk gibi bir çok muhafazakar ideoloji ve değer uyandı ve kritik toplumsal boşluklar içerisinde popüler oldu.
2- Halkın hayat koşullarındaki soysuzlaşmaya egemen sınıfların ayrıcalıklarını protesto ederek tepki göstermesi, IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekmektedir.
Bir itirazınız mı var kraliçem, duyamıyorum, kulaklarım uğulduyor! Baskın olsun sesimiz diyor sokaktakiler, yeter artık diye bağırıyor çocuklar İncirlik'ten, yeter korkuyoruz uçak seslerinden, Şemdinli'den genç bir anne yeter diyor, vermem diyor, dağa da vermem diyor askere de göndermem, sizi duyamıyorum kraliçem...
Ben birden “Türkiye Arjantin olur mu?” tartışmalarını hatırlıyorum, Hau Hanru'yu okurken...
BİNAENALEYH BİENAL ALEYHTARIYDIM….
Çok değil, yedi sekiz yıl öncesine kadar bienal sözcüğünü duyduğumda ulaşılmaz mekanlarda gerçekleştirilen ulaşılmaz sanatsal etkinlikler, anlaşılmaz sanat eserleri canlanırdı kafamda. Daha doğrusu canlanamazdı. Hatta bienal sözcüğünü ilk duyduğumda nedense katedral sözcüğünü çağrıştırdığını hatırlıyorum bana. Gizemli bir mekan çağrışımı. Belki o mekanın içine yerleştirmiştim zihnimde anlaşılamaz sandığım o sanat işlerini… Sonra bienalin sözlük anlamının “iki yılda bir” olduğunu öğrendim ve doğrusu epey rahatladım, huzur buldum. Şimdi hazır 10. İstanbul Bienali sürerken yazayım ve eğer o zamanlar benim hissettiklerimi şu sıralar hissedenler varsa, onlara da huzur vereyim istedim.
Şimdi şu Bienal, iki yılda bir anlamını taşıyan bir kelime. Bienallerin temeldeki ortak amacı iki yıllık ürünü sergilemek. Uluslararası alanda fazla “insan içine çıkmamış” çağdaş sanatçılara büyüyüp gelişmeleri ve hayatta kalmaları için bir temel oluşturmak. Çağdaş sanata kapısı sonuna kadar açık. Bienaller, günümüzde sanatın gelindiği son nokta olarak kavramsal sanatlarla (Conceptual Art) gerçekleştiriliyor.
Kavramsal Sanat geniş anlamda sanatı kuramsal düzlemde çözümlemeyi, yapısını araştırmayı amaçlayan; mantık, felsefe gibi zihinsel süreçlerle yakından ilişkili bir sanat. Oluşumları, gösteri sanatı, vücut sanatı, çevresel sanat, yeryüzü sanatı, yoksul sanat, süreç sanatı ve video sanatı ile birlikte "Nesne sonrası Sanat" (Post Object Art) olarak sıralayabiliriz.
Tüm bu sanatlar düşünceyi - kavramı iletmede gösterge olarak dili, çeşitli nesneleri, bir insanın kendini ya da doğayı kullanıyorlar. Kavramsal Sanatın ilkelerini oluştururken yararlandığı görüşler; İzlenimcilik, Kübizim, Dadacılık, Duchamp'ın Hazır Nesne'si, Pop Sanat, Foto Gerçekçilik ve Minimal Sanat'tan yapılan alıntılardır.
İlk Venedik Bienali 1895'te düzenlendi. Dünyanın birçok yerinde benzeri etkinliklerin harekete geçmesini sağladı. Bienal'in ilk durumuyla bu günkü durumunu karşılaştırırsak aradaki fark büyük olmasına karşın, temelde kavramın aynı olduğunu görürüz.
Johannesburg, Sidney, Kwangju, Montréal, İstanbul, Havana, Berlin, Sao-Poulo, Venedik, Taipei, Dakar çağdaş sanat bienallerinin düzenlendiği kentlerden bazıları.
Bienaller Doğu ile Batı’yı birleştirmek ya da iki kutuplu dünyanın biraraya gelmesiyle ilgilenmiştir. İki kutuplu dünyanın sona ermesiyle uyum, zaman, biri ötekine kapalı olan bu iki bloktaki ülkeleri birbirine yaklaştıracak jeopolitik bir gelişmeye hizmet etmektedir. Bu yeni yüzleşme, çağrılı bir çok ülkeyi, sanatçıları ve eleştirmenleri bir araya getirmekte etkili olabilir. Yerel bir sahne için bütün bu kişiler gerçek bir dinamizm oluşturarak kaynaşmakta, birbirleriyle görüşme olanağı bulmaktadır.
Bütün bu bienaller evrenselliği yansıtmak amacına yöneliktir. Uzun bir zaman Avrupa ve Birleşik Amerika dışındaki ülkelerin sanatçıları üzerine bilgi sahibi olmak oldukça zordu. Bienaller bu imkânı sağlamaya da katkıda bulundu.
İşte böyle değerli okurlarım. Binaenaleyh nicedir bienal aleyhtarı değilim ve hatta bu yılki “bildirisini” çok anlamlı buluyorum... Aşağıda o metni bulacaksınız.
İMKANSIZ DEĞİL ÜSTELİK GEREKLİ:
KÜRESEL SAVAŞ ÇAĞINDA İYİMSERLİK
Küresel savaş çağında yaşıyoruz.
Bu savaş, çatışma ve çarpışmaların büyük bölümü gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor. İmparatorluk'un merkezi dünyanın geri kalanına acımasızca şiddet ihraç etti. Öte yandan, sömürgelikten çıkma ve bağımsızlık aşamasından modernleşme ve küreselleşme aşamasına yapılan zorlu geçişte gelişmekte olan dünyanın karşı karşıya bulunduğu bir zorluk da söz konusu.
Üçüncü Dünya, batılı olmayan dünyanın uzun sömürgelik yıllarından sonra bağımsızlaşma, kendi ulus devletlerini, kendini tanıma, bağımsızlık ve eşitlik ilkeleri temelinde icat etme projesiydi. Modernleşme tam da bu hedefe giden yol haline geliyor ve çoklu modernlikler bu yolun ideolojik ana hatlarını sağlıyor.
Dolayısıyla Üçüncü Dünya, tanımı itibarıyla küresel bir proje. Kitleleri, Üçüncü Dünya için mümkün tek yol olarak modernleşmenin önemine ikna etmek için elit sınıfın “daha aşağı” sınıfların, silahlı kuvvetlerin ve uluslararası yardımın kabul, işbirliği ve desteğine bağlı modernlikleri ve reformları dayatmanın tepeden inme modellerine başvurması gerekmektedir.
Bu dayatma genellikle şiddetli ve diktatörce olmuştur ve halkın hayat koşullarındaki soysuzlaşmaya egemen sınıfların ayrıcalıklarını protesto ederek tepki göstermesi, IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekmektedir. Bu toplumsal hareketlilikler aynı zamanda uzun süredir “gömülü”, sağ milliyetçilik, etnomerkezcilik, ırkçılık ve dini tutuculuk gibi bir çok muhafazakar ideolojiyi ve değerleri de uyandırdı ve bu grupların “yeniden doğması”na ve kritik toplumsal boşluklar içerisinde popüler olmasına izin verdi.
Üçüncü Dünya şimdi bir çelişki ile karşı karşıya; “yeniden doğuş”a varabilmek hem bir kriz hem de bir hedef haline geldi. Kilit soru, batılı olmayan dünyanın hala, liberal kapitalizmin sürüklediği ve Batılı güçlerin tahakkümü altındaki küreselleşmenin doğurduğu zorluklar karşısında etkili modernleşme ve modernlik modelleri icat edip edemeyeceği.
Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biri olarak Türkiye'nin tarihi ve son dönem konumu bu yöndeki en radikal, çarpıcı ve etki uyandıran vakalardan birini oluşturuyor. Ancak can alıcı bir sorun, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modelinin yine de sisteme dahil bazı çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu, tepeden inme bir dayatma olması: reformların, devrimci birer araç olarak gerekli olmalarına rağmen yarı-askeri bir şekilde dayatılması demokrasi ilkesine aykırıydı; milliyetçi ideoloji evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işledi ve toplumsal bir elit önderliğindeki ekonomik ilerleme toplumsal bölünme üretti. Popülist siyasi ve dini güçler, taleplerini toplumun “taban”ında yeniden oluşturmayı ve yönlendirmeyi ve bu talepleri kendi çıkarları yönüne çevirmeyi başardılar.
Bu küresel savaş ve liberal kapitalizmin küreselleşmesi çağında, modernleşme ve modernlik tartışmasına tekrar can vermek ve toplumsal gelişmeyi iyileştirecek eylemci öneriler ortaya koymak imkansız değil, üstelik gerekli. Bugün modernleşme yerel koşullar ve ideallerle ilişkili çeşitli modeller üzerinde, ve bireysel yerellikler ile “küresel” arasındaki uzlaşmaların alanında gerçekleştirilmeli. Başka bir deyişle, Türkiye toplumunu mevcut çelişkili durumundan çıkarmak için, bireysel haklara ve hümanist değerlere saygı üzerine kurulu, aşağıdan gelen, gerçekten demokratik bir modernleşme ve modernlik projesi gerekmektedir. Bu geçiş halindeki küresel durum için de geçerli.
2
Çağdaş sanat modernleşmenin ve modernliğin bir ürünü. Küreselleşme ve birçok gelişmekte olan ülkenin küresel üretim ve iletişim sistemiyle bütünleşmesiyle birlikte, çağdaş sanat, Batı'nın çok ötesinde, her yerde yaratılıyor ve sergileniyor.
20 yıl önce kurulan İstanbul Bienali hem iç kültürel gelişme hem de uluslararası statü arayışındaki Türkiye'nin modernleşme projesinin bir parçası olarak anlaşılmalı. Bienal artık belli bir olgunluk kazanmış durumda, ve şimdi üzerine düşen iş, taze kan bulup, çağdaş sanatın yaratılmasında bir öncü olarak kendini yeniden icat etmek.
Bugünün jeopolitik gerçekliği içerisinde, modernleşme sorusunun üzerine gitmek gerekli ve acil bir mesele. Kentleşme, ya da İstanbul'a özgü patlayıcı kentsel genişleme modernleşmenin en görünür ve önemli işareti. Dolayısıyla, İstanbul'un kentsel ve mimari koşullarını keşfetmek bu Bienalin anlayışının çıkış noktası ve merkezi referans noktası haline geldi. Kültürel, toplumsal ve hatta siyasi deneylerde bir öncü olarak çağdaş sanat şehirle ilişkili kurmalı, bu ilişki sayesinde bienal, yeni bir gerçeklik içerisinde taze enerji ve önem kazanabilir. Bienal yenilikçi projelerin ve stratejilerin bir laboratuarı, farklı, çoklu modernleşme modelleriyle yapılacak deneylerin ve üretimlerin mekânı haline gelmeli.
“Modernliğin vaadi”ni eleştirel olarak yeniden incelemek için aralarında AKM, İMÇ, Antrepo No.3, santralistanbul ve KAHEM'in bulunduğu en önemli modern binalardan ve mekânlardan bazılarını seçtik. Bu bina ve mekânlar, şehrin kentsel modernleşmesinin çeşitli yüzlerinin ve modellerinin simgesel ve fiziksel aynaları. Bu mekânlarda, cumhuriyetçi devrimin ve modernleşmenin ütopyacı projesi, canlı, sürekli değişen ve “karmakarışık” hem uyumlu hem çatışan, gerçekliğiyle buluşuyor. Bunlar modern şehirle ilgili tepeden inmeci görüşün, fark ve melezliği savunan ve yaygınlaştıran, alttan gelen hayal gücü ve eylemlerle çatıştığı yerler.
3
Böyle bir tartışmada, Bienal dahil sanatsal eylemler yenilikçi müdahale güçler aracılığıyla kültürel ve toplumsal değişikliklere ön ayak olmada -bir tür şehir gerillası gibi- rol üstlenebilirler. Metropolün bu sınırsız derecede dinamik, karmaşık ve heyecan verici gerçekliği sanatçılara ve diğer yaratıcılara, hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını harekete geçirecek yoğun bir ilham veriyor.
Bienal projesi, en başından itibaren açıkça geleneksel bir sergi biçiminin ötesinde tanımlandı ve yapılandırıldı. Proje, bienali gerçek kentsel yaşamın titreşimiyle birleştirme mantığını benimsedi: araştırma aşamasından projenin geliştirilmesine, mekân seçimine ve bu mekânlardaki eylem ve sunumların biçimine, sanatçılar ve diğer katılımcılar arasındaki diyalog ve işbirliğine, mekânsal tasarımlar ve müdahaleler ve dönüştürmeler aracılığıyla gerçekleştirilmelerine ve iletişim stratejilerinin belirlenmesine. Bu bir ortak zeka projesi, Çokluk'un yapı ve işlevini mükemmel olarak yansıtan.
Bienal projesi, mekânsal olarak geniş bir kentsel alanlar yelpazesini kapsayacak, Avrupa yakasından Asya yakasına, merkez bölgelerden kenar mahallelere. Zaman açısından proje, geleneksel “iş saatleri” sunumunun ötesine giderek bu uyumayan şehirde hayatın gerçekliğiyle hesaplaşıyor; proje, farklı mekânlarda günün yirmi dört saati sürekli işleyecek. Dört büyük “sergi” ve sayısız özel proje ve paralel organizasyonla Bienal karmaşık bir sistem. Yeni kentsel hayat üretimini amaçlayan bitmeyen bir makine. Sonsuz bir kent labirenti.
Hou Hanru