Yarım asır önce çıkan Ekspres gazetesi şöyle bir başlık attı: "Atatürk'ün evine bomba atıldı." Bu provokatif haber bugün İstanbul dediğimiz şehrin yerlilerinin, İstinpolililerin (tam çevirisi "şehrin içinde"dir) yerini yurdunu terk ederek Yunanistan'a kaçmalarının ilk adımını sağladı.
Gazetenin haberinin ertesi günü önceden hazırlanmış örgütlü güruh Beyoğlu'nda zaten bir gece önceden işaretlenmiş olan azınlıklara ait ev ve işyerlerine azgınca saldırdı. Dükkânlar, evler, fabrikalar hatta kiliseler yakıldı, yıkıldı. İstanbul'daki 72 kilisenin 70'i tahrip edildi. Milyonlarca dolarlık hasar meydana geldi. 16 Rum, bir Ermeni yurttaşımız hayatını kaybetti. Korkunç olayların ardından binlerce Rum akın halinde Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. İstanbul gerçek sahiplerini kaybetti.
Her devrin katil teşkilatı: Özel Harp Dairesi
Yunan makamları "Atatürk'ün evinin bombalanması" olayının, Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğunu daha o günlerde ortaya çıkarmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi'nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmıştı. "Kahramanlığını" savunan bombacı Oktay Engin daha sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı'na kadar yükseldi.
6-7 eylül katliamlarının kapsamlı bir devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin itirafı ile de açığa çıktı ve Özel Harp Dairesi (ÖHD) adına sahiplenildi. General, Kıbrıs'ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD'nin işi olduğunu anlatıyordu. Gazeteci Fatih Güllapoğlu'nun Tempo Dergisi'nde yaptığı görüşmede şöyle diyordu Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu; "Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974'deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer ÖHD olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi?
“Harekât başlamadan önce ÖHD devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında ÖHD elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular.
“Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.
“-Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı?
“-Tabii. 6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı... Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?"
("Türk Gladio'su İçin Bazı İpuçları", aktaran Recep Maraşlı, Tempo, 9-15 Haziran 1991, s.24-27)
Kıbrıs'ın işgaliyle bağlantı
ÖHD'nin Kıbrıs'taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955'e dayanıyor. Kıbrıs Türkleri içinde "Volkan", "9 Eylül" gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde örgütlendi, 1958 yılında ise, bizzat Türk generallerinin örgütlediği "Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı" adıyla merkezileştirildi. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki ÖHD'nin çalışmaları bu kanaldan yürüdü.
1923'te imzalanan Lozan antlaşması uyarınca Kıbrıs üzerinde hiçbir hakkının olmadığını teyit eden Türkiye, sömürgeci İngiltere'nin tetikçiliğini kabullenerek, Kıbrıs üzerinde yeniden "hak sahibi" olmayı başardı. İngiltere, Kıbrıs'ta görülmesi gereken bütün kirli işlerini (katliam, işkence, sürgün, talan) tetikçisine bıraktı. Türkiye devletinin yardımıyla, bağımsızlığı için savaşan Kıbrıs halklarının bölünmesini başardı. Yüz yıllardır birarada yaşayan, birbirlerinin dillerini de konuşabilen iki halkın arasında bir "Türk-Rum" ayrımı yaratarak, Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkına engel oldu. Böylelikle adadaki sömürgeci varlığını bugünkü AB koşulları atında bile sürdürmeyi başarıyor.
Etnik temizlik tamamlanıyor
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgâhlanan 6-7 Eylül olayları büyük şehirlerdeki etnik unsurların da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir'in kadim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Bugün geri dönüp baktığımızda 6-7 Eylül olaylarının Lozan'da eksik kalan bir süreci tamamlamak üzere tezgahlandığını açıkça görürüz. İstanbul Rumları mübadele kapsamına sokulamamış ve geride kalmıştır. 1955'teki olaylar ulus devleti yabancı unsurlarından ayıklama sürecinin bir parçasıdır.
Katliamlar sürüyor
6-7 Eylül'ün üzerinden 50 küsur yıl geçmesine rağmen olayları örgütleyen zihniyet hâlâ sürüyor. Örneğin, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin düzenlediği, 6 - 7 Eylül fotoğrafları sergisi, açılış gününde eli sopalı faşistlerin baskınına uğradı. Frankfurt'ta Soykırım Karşıtları Derneği'nin düzenlediği benzer bir serginin organizatörlerine, sürmanşetten, "Ateşle oynadıkları" tehdidi savrularak, gözdağı verilmek istendi (27 Şubat 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi Avrupa eki).
Bunlar devletin tertiplediği pogromcu çetelere yeterli gelmedi elbette. Maraş, Çorum ve Sivas'ta da aynı yöntemi kullanıp kapılara önceden işaret koyan katliamcılar yüzlerce insanı öldürdü. Günümüze geldiğimizde en yakın örnekler akıllarda: Hrant Dink ensesine kurşun sıkılarak öldürüldü. Malatya'da hıristiyanlara ait yayınevi basılıp üç kişi öldürüldü.
301'in marifeti
Bütün bu cinayet ve katliamlar zinciri Osmanlı'nın son döneminde alınan Türkleştirme politikalarının sonuçlarıdır. Bugün bu zihniyet yasalarla da güvence altına alınarak sürdürülmeye çalışılıyor. Örneğin, ceza yasasında yer alan 301. madde "Türklüğü aşağılamak" ifadesiyle başlıyor ve bütün diğer etnik gruplara ve bu grupları savunanlara ya da resmi tezlerin dışında sözler sarf edenlere saldırılmasına, ceza almalarına, hatta öldürülmelerine kadar varıyor.
Yüzyıllardır birlikte yaşayan kardeş halklar arasında gerçekte hiçbir düşmanlık yoktur. Düşmanlığı yaratanlar statükoyu korumak, nefretten beslenmek isteyen çok küçük bir azınlık ve bunların yönlendirdiği ırkçı, milliyetçi çetelerdir.
Cengiz ALĞAN
0 yorum