dünya tarihinde gönderdiği anlamlar açısından en çok konuşulan obje sanıyorum türbandır. son bir kaç hafta içinde ona rakip olamayacak olsa da çarşaf denen siyah obje çok konuşulur oldu. çarşaf, belki de o dünyaya çok yakın olmamamdan kaynaklanan bir algıyla bende öncelikle safi bir yoksulluğu çağrıştırıyor.
modadan bağımsızsın. masraf gerektirmiyor. sonra kadın ezilmişliğini düşünüyorum. o kadının rızası dışında çarşaflanmış olabileceği düşüyor aklıma. ama bazen de, şu maddeci, çılgınca tüketime zorlayan dünyada, çarşafın bir karşı duruş olabileceğini söylüyor ille de antikapitalist vicdanım.
biliyorum ki cemaatler belirliyor bu işleri. o cemaate gelin gittiysen çarşafı giyeceksin, çaresi yok. zaten cemaatin içindensin büyük ihtimal. cemaatin ille de şeriatçı olmayabilir. bazen chp'ye bile oy verebilirsiniz cümbür cemaat. 89'da fatih'te olan budur. liderlik çok kuvvetli bir araçtır. "ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur" durumu hakimdir cemaatte. doğunun aşiret düzenine benzer bu anlamda tercihler. o cemaatten olup da çarşaflı olmama olasılığı yoktur kadının. belki istemiyordur, ona sorulmaz. gördüğü ve göreceği odur.
şimdi bu tablo içerisinde kalkıp çarşaflı bir kadın, ben böyle tercih ettim diyerek chp'ye üye olabilir mi? başka sorum yok.
baykal bir tartışma başlatmasıyla olumlu burada. ama samimi değil. inandırıcılık sorunuyla boğuşuyor zaten. yoksa argümanları, kılık kıyafet ayrımcılığına karşı olduğunu ifade etmesi, tek parti dönemi eleştisi desteklenebilecek şeyler. ona sormak istiyorum.: çarşaflı üyeniz üniversite eğitim almak isterse ne yapacaksınız? üyenizin eğitim hakkını savunacak mısınız?
başka sorum yok demiştim, olmadı, daha çok sorum var...
göstericiler vitrinleri indiriyormuş. e, ne güzel işte. insan türünün evriminin bu aşamasında geliştirdiği yetenekler, üçe ayrılır. vitrinlere bakmak, alışveriş merkezlerinde tatil geçirmek ve televizyon izlemek. televizyonunu tutup pencereden atan adama deli denir, ama o adama içten bir saygı beslenir. camekanları indirenler haketmiyor mu o saygıyı, üstekik sloganları şuyken:
* isyanın içinden notlar
* isyandan
akp istanbul il binasının şu an üzerinde oturduğu alan, bir rivayete göre bektaşi dervişlerinin mezarlığıymış. anıtlar yüksek kurulu mu her neyse, vaktiyle bu alana imar izni vermiyormuş, sonra bir marifetle imara açılmış ve küüüt, akp binası oturuvermiş mezarlığın üstüne şimdi. bu bilgi kesin. fotoğrafları cümle medyada.
toprağından ziyade betonu bol olanların ise alevi mi, sünni mi yoksa ergenekon havzasından türk ortodoks mu oldukları konusu ise kriminal raporlara ihtiyaç olmadan, vicdanlarda belirgin. alevi yurttaşların bir kesimi, "kazı çalışmalarında" çıkan kimi figürlere yaslanarak mezarlığın bektaşilere ait olduğunu savunmuş ve vaktiyle aleviler akp binasının inşaatını durdurabilmek için, kazma değmiş ve bir kenara atılmış kemiklerin başında eylem dahi koymuşlardı. bu iddialarını sürdüyor aleviler.
geçenlerde, hangi kanaldaydı hatırlamıyorum, alevi dernek temsilcileri o inşaat alanına gelmişlerdi yine ve medyaya işte açıklama falan yapmaktaydılar. ampul etrafında biriken sinekler misali mikrofon etrafında birikmeyi seven türklerden, yöre halkından saçı başı kır biri, aniden açıklamasını sürdüren alevi kadına, "benim komşum da alevi ve gerçek müslüman, sen ortalığı karıştırmaya geldin. sen alevi olamazsın" mealinden, yine türk kültürünün kadına aşırı saygı duyan tavrıyla "uyarılarını" dile getirmeye başladı. alevi kadının hemen yanındaki erkek arkadaşı koruma içgüdüsüyle araya girmeye kalktığında, bu kez mahallenin delikanlılarından yağız bir gerçek müslüman ve türk, "akıllı ol" dedi adamcağıza ve bu öneri aslında herşeyi açıklamaktaydı.
akıllılık çok mühim bu toplumda. "aklını alıyorlar", ama hemen "akıllı olmaya" çağırıyorlar. bir şey söylüyorsan akıllısın. alırlar aklını. en iyisi mi sus. işte o zaman gerçekten akıllısın. "akıllı ol" çağrısına uyuyorsun demektir. şu sözünü ettiğim kır saçlının komşusu alevi, muhtemelen böyle akıllıydı. o yüzden "gerçek müslüman"dı. şimdi orada dedelerinin sızlayacak kemikleri üzerinde beton yığınlarının yükselmesini istemedikleri için konuyu takip eden aleviler ise gerçek müslümanlar değiller, hakkaten akılsızlar ya hu!
biliyorsunuz. yer yerinden oynadı. 1915 yılında osmanlı ermenilerinin başına gelen büyük felaket için onlardan özür dileyen kampanya türkiye'yi salladı. faşistler köpürdü. ulusalcılar kudurdu. karşı siteler kuruldu, komik bir şekilde özür dilemiyoruz kampanyaları başladı. cumhurbaşkanımız ise bu kampanyanın türkiye demokrasisinin gelişmişlik düzeyini kanıtladığını söylemekle yetindi. tartışmaya dokunmadı.
buna rağmen canan arıtman denen chp yöneticisi ırkçı kadın (ki darbecidir aynı zamanda kendisi) abdullah gül'e etnik aidiyetinin sorulması gerektiğini söyledi. "sorarlar adama ermeni misin diye" dedi. işte bu zihniyet tam manasıyla bölücüdür. bu kafa, eğer ermeniysen zaten suçlusun diyen kafadır. bu kafa, ermenilerin 1915'te maruz bırakıldıklarının müsebbibi olan kafadır.
bir grup aydın, 1915'te yaşananları büyük bir felaket olarak yorumlamış ve bu felaketin artık daha fazla görmezden gelinemeyeceğini ileri sürerek, bence bir empati kurmak amacıyla ermenilerden özür dilemişlerdir. doğru mu yapmışlardır? bence eksik yapmışlardır! "özür diliyoruz" demek yerine, "bizce devlet özür dilemelidir" demeliydiler. ama sonuçta bu pop bir kampanya...
cumhurbaşkanının açıklaması da aslında gerçekleri gizlemeye dönüktür. sorunun esasına ilişmeyen, demokrasi var ki bu kampanya oluyor diyen burjuva demokratik bir açıklamadır. arıtman buna bile tahammül edememekte, bir cumhuriyet kadını olarak, cumhurdan saymadığı ermenilere cumhurbaşkanının şahsında hakaret edebilmektedir. bırakın şimdi aydınları falan, arıtman ve baykal, derhal tüm ermenilerden özür dilemelidir!
yirmi gündür internetsizdim. ne zaman biraz ayrı kalsam okadar çok şey oluyor ki hızla. ya da zaten hep bu tempoda gelişiyor mevzular da, yazamayınca insana bir kaçırıyormuşluk duygusu yerleşiyor da ondan öyle geliyor. gündem yüklü. üzerine iki satır söz söyleyemediğim çok gelişme oldu.
obama başkan seçildi, bayram havası yaşandı.
mustafa filmi bir tür kemalizmi eleştirdi, yeni bir türünü inşaya girişti.
chp ve çarşaf ekseninde, modernlik, tek parti dönemi ve kemalizm tartışmaları hararetlendi.
yunanistan'da isyan ateşi milleti şaşkına çevirdi.
ergenekon davasında yargılanan veli küçük ajandasındaki bomba tarifine turşu tarifi dedi.
neyse artık olan oldu. yeni aksilikler olmazsa, bu önemli konulardaki düşüncelerimi de yeri geldikçe yazar, devam ederim artık.
yaklaşık iki yıldır yayında olan "antica blog!", anti-kapitalist hava sahasını yeni yazarlara açıyor. "antica blog!" kanımızca belli bir olgunluğa ulaştı. kollektif bir medya olmanın vakti geldi. yazarlarla yapılan görüşmeler sürüyor. bu günden itibaren şair zate zatturi düzenli yazılarıyla burada olacak.
"antica blog!" yayın ilkelerini benimseyen her yazara açık hale gelecek. yayın ilkelerimiz kısa bir gözatmayla farkedebileceğiniz gibi apaçık ortada. kapitalist üretim ilişkisine, onun yarattığı her türden ilişki biçimiyle birlikte karşıyız. tavrımız, koşulsuz ve ikirciksiz bir şekilde ezilenden yana. milliyetçiliğin her türünün karşısındayız. emperyalizme karşı "ülkemizi" savunmak gibi bir tutumumuz yok. biliyoruz ki bu tutum, güçlü bir kapitalist ülke karşısında, güçsüz bir kapitalizmi savunmak olurdu. kapitalizmi savunsaydık, güçlü olanı savunurduk! biz yaşadığımız ülkenin daha demokratik ve daha özgür olmasını istiyoruz. ne var ki, kapitalizm altında tüm kazanımlarımızın daima tehdit altında olacağını biliyoruz. militarizmden, milliyetçilikten, ayrımcılığın her çeşidinden uzak, prangalarından kurtulmuş bir solun inşasına katkıda bulunabilmek için varolmaya daha kolektif bir halle devam ediyoruz.
kabuk değişimi görsel açıdan sadeleşmeye doğru gittiği gibi, söylenen söz açısından da daha sade, daha açık, apaçık olmaya doğru gidecek. hedefimiz bu
hani erdoğan kürtleri kastederek, abd'de şampiyon "zenci" atletler bayrağa sarınıp koşuyorlar, bizimkiler nankörlük yapmasın demişti de taraf hemen bu fotoğrafı yayımlamıştı ertesi gün. fotoğraftaki atletler, olimpiyatta derece yapmış, kürsüde abd'nin vietnam işgalini protesto ediyorlar. işte böyle dünya tarihinin önemli anlarından pek çoğu tanıdık kareler var şu sitede.
chp grup başkanvekili kemal kılıçdaroğlu, yolsuzlukların üstüne gitmeye devam edeceğini belirterek, ‘yolsuzluk dosyalarını açmaya devam edeceğim, sıra gökçek'e de gelecek" demişti. şimdi iddiası o ki, ankara belediyesinin tanesini 160 küsur dolara satın aldığı sayaçlar için, aynı firma istanbul belediyesine sadece 20 dolarlık teklif götürmüş! yüzbinlerce sayaç için tane başına 140 dolar fark! ben sıkılırım, hesaplayamam. ama ankara halkı bu sefer de hesabını doğru yapmazsa şu üstteki vaziyet devam edecek gibi...
link:bobiler.örg
amerika'da vaktinde komünist partililere, siyahlara ve sonra savaş karşıtlarına karşı kullanılan "love it or leave it", ya sev ya terket sloganını mhp ithal etmişti. ülkü ocaklarının falan kullandığına çokça şahit olduk. bahçeli slogan bizim değil, resmi olarak kullanmadık hiç diyor, çıksın o zaman ülkü ocakları da bizim değil desin. kimi inandırabilir?
slogan ayrımcı, zaman zaman ırkçı anlamlarda kullanılabiliyor. olabilir, faşistler zaten öyledir, bu normal. ama neden sevilmeyen bir şeyi bırakıp gitmek gerektiğini ima ediyor, işte onu hiç anlayamadım. neden bırakıp gidecekmiş sevmeyenler, sevemeyenler. ya da neden boktan olduğunu düşündüğü bir şeyi zorla sevecekmiş insan. sevginin böyle bir doğası yok ki. ya da bir objeye yönelik öyle toptan bir sevgi duygusu olmak zorunda mı? misal, konu memleket olduğu için, bir memleketin her şeyini sevmek mecburiyetinde mi insan? boğaz'ı seviyorum ben ama her yerinden pislik, terkedilmişlik, yoksulluk akan dolapdere'yi sevmiyorum kardeşim. kime ne? seven sevsin. ağrı'yı da sevmiyorum. ağrılılar kızmasın. izmir'i seviyorum, mhp ve chp'yi sevmiyorum, istanbul'un bazı yanlarını seviyorum, polisi sevmiyorum, üsküdar'ı seviyorum, atıyorum, mehmet ali'yi değil ama asena'yı seviyorum.
sevmediğim şeyleri sevebilmek için mücadele ediyorum. sevilebilecek bir hale gelmesi için uğraşıyorum. neyse. hani demiştik ya, kimse sloganı sahiplenmiyordu, bahçeli bile reddediyordu, erdoğan da mhp'ye vurarak puan toplamaya çalışıyordu, sonunda beklenen oldu ve iskenderun ilçemizin demokrat partili belediye başkanı mete aslan aslanlar gibi sahip çıktı bu boktan slogana. bununla da kalmadı, kentin tüm bilboardlarına yandaki afişleri astırdı. eee, başbakan, pompalı serserilere arka çıkarsa bu olur. imam osurursa cemaat sıçar efendim.
cemil ipekçi ünlü modacımız. bektaşi bir anne ile sabetay sevi'nin soyundan gelen bir babanın çocuğu. bu toprakların çocuğu. ailesi farklı kültürel köklere sahip bireylerden oluşmuş her türkiyeli gibi zengin bir bakışı var hayata. bu bakış onun başarılı bir modacı olmasına yardımcı olmuştu. şimdilerde zaman zaman siyasi alana ilişkin düşüncelerini okuyoruz.
babası kürt, annesi türk çocuklar tanıyorum. ya da tersi. ayrımcılık konusunda her iki ebeveyni de türk olan çocuklara kıyasla daha hassaslar. bu doğal olarak böyle. çocuk da olsalar ailelerinden kimseye bok sürdürmüyorlar.
yaşama bu çoğulcu bakış, örneğin ayrımcılığa maruz kalan alevi ailelerin bir bölümünde var. aleviler, sünniler kendileriyle eş olmak istemediklerinden birbirleriyle evleniyorlar. bu evliliklerde ulus faktörü çok etkili olamıyor. bir kürt alevisiyle bir türk alevisi pekala evlenebiliyor. bu aileler ayrımcılık konusunda iki kat hassas oluyorlar üstelik. oysa, her ikisi de türk olan alevi bir çiftin oluşturduğu aile, maalesef kürt sorununda devletten de devletçi bir noktaya savrulabiliyor.
neyse. ipekçi'ye dönelim. cemil ipekçi, hem soluduğu kültürel çoğulcu havanın hem de cinsel seçiminin sonucu olarak, hayatın kenar mahallelerine itilmişlerin vicdan sözcülüğünü yapıyor. üniversitelerde türban serbestisini savunuyor. onu cinsel seçimi dolayısıyla "sosyal demokrat" chp'ye yakınlaştıranlar bunu bir türlü anlayamıyor. varlık vergisinin imanını gevrettiği bir aileden geldiği için asla chp'li olamayacağını kendisi söylüyor.
ve şimdi, "ben ne kadar erkeksem" diyor "chp de o kadar türbancı." gay olduğu için söyledikleri hafifseniyor oysa gerçek ancak bu kadar dolaysız ifade edilebilir. şimdi bülent hanım'ın duruşmasına bekliyoruz onu...
facebook duvarıma zevzek bi arkadaşım, işin gücün blog olmuş, akıllı ol, başka şey kalmadı mı mealinde bişeyler yazıktırmış. bir eklenti sayesinde her yazım duvarımda görünüyor ve son bir hafta içinde blogger'a uygulanan sansürle ilgili gelişmeleri haber veriyorum ya, meseleyi gereğinden fazla abarttığımı düşünmüş olmalı.
sonra, bir yerlerde okuduğum "kalem aklın dilidir" sözü geldi aklı birden ve o zevzek arkadaşın wall'una yapıştırıverdim hemen: "oral seks iyidir, kalem aklın dilidir!" diye.
blogger'a uygulanan sansürün nedeni, digiturk'un maçlarının nasıl şifresizce izlenebileceğini açıklayan blogların varlığı gerekçesiyle yaptığı başvuruydu. diyarbekir sulh bilmemne mahkemesi de, o bloglara müeyyide uygulamayı değil, tüm blogger'ı bodoslama kapatmayı uygun bulmuştu. daha doğrusu yasal mevzuat, bu bodoslama dalışa müsaade eder biçimde düzenlenmişti. sansüre derhal çeşitli tepkiler oluştu. istanbul barosu mesela, iletişim grubu avukatları aracılığıyla tepki verdi. blog yazarları ayağa kalktı. derken yasak kalktı, adeta bayram havası yaşandı, forumlardaki iyimser yorumlar çoğaldı.
oysa ki, bu gün öğrendik, blogger şartlı olarak açılmış! yani erişimi engelleme kararı, eksik olan delillerin mahkeme heyetinin eline ulaşıncaya kadar kaldırılmış. sonuçta heyetin, şikayetçilerden istediği deliller gelince sansür tekrar başlayabilir. bize de örtün, örtün, açıkta bişey kalmasın demek düşüyor.
bu post, uluslararası bir tepki günü olan "blog action day"in bu yılki konusu olan yoksulluğu açıklayabilmek amacıyla burada. video, bence yoksulluğa karşı gelmiş geçmiş en önemli metin niteliğinde olan manifesto'nun hakikaten kıyak bir izahı...
şu 35 bin kayıp verdik meselesini ele almak istiyorum bugün. dün bir baktım da nette; bu kayıpların 28 bin küsuru pkk'li militanlardan. 5 bin 500 kadarı güvenlik güçleri, üstü siviller: memleketin "savaş üstü sivil" ölü sayısı, resmi kaynaklara bakacak olursak bin 500.
genelkurmayın lisanında sivil kelimesi daha çok "örgüt yandaşlarını" ifade ettiği için, bin 500 sivil, muhtemel ki pkk saflarına yazılabilir.
öyleyse tablo şudur arkadaşlar: 25 yıldır süren savaşta pkk 30 bin, Türrk ordusu 5 bin kayıp vermiştir.
bu bakış açısıyla aktütün kıyamında 17'ye 25 hesabı çok anlamlıdır. eski paşalar kahramanca bir muhasebe direnişiyle, bu hesabı tutturmuşlardır. uğur dündar'ın anlatımına göre "aktütün'de destan yazılmıştır."
evet, az önce değindim, her eli kalem tutan, aklı 4 işleme yatan vatan evladı bilecektir ki, 25 yılın sonunda 30 bine 5 bin'dir aslında oran. bir kayıptan asla ve kat'a sözedilemez! sözeden haindir!
bizim Türrk tarafımız hep böyle zaferler kazanır durur. kıymetini bilmeyiz nedense ama biz onların. kıymet bilmezliğimizdendir yüreğimizin sıkışması, bunalmalarımız, kalp yetmezliklerimiz. ee, yorulduk, 25 koca yılda ıkına pıkına sonunda ilkokulda bir türlü tadamadığımız hazzı tuttuk, matematik insanı olduk. artık kümülatif faiz oranlarını, anlık pariteleri bile hesaplayabilecek kalpsizleriz biz.
kürt tarafımız beni çağırıyordu kabusumda...
kapitalizmin krizi üzerine çok şey yazılıp söyleniyor. pek çok yorumcu devletlerin banka kurtarma operasyonlarının sonuçlarından umutlu. 10/02/2008 tarihli yazımda dile getirmeye çalıştığım gibi, pek çok serbest piyasa mümini şimdilerde kapitalizmin daha denetimli bir yapıya kavuşması gerektiğini ileri sürüyor. ekonomi yazarlarına bakacak olursanız krizin sorumlusu kendini bilmez birkaç banker. onların devlet eliyle kurtarılmasıyla sorun aşılabilir. oysa amerikan halkı sokaklarda "bankaları değil halkı kurtarın" diye yürüyor. ilk tasarının abd temsilciler meclisinden geçmesini engelleyen de bu öfkenin yarattığı basınçtı.
aslında krizin sol bir değerlendirilişine bu gün her zamankinden fazla ihtiyaç var. bu açıdan gözüme ilişen en ciddi yazı britanya'da yayınlanan socialist worker gazetesinden yapılan bir çeviri oldu. aşağıda konunun soru-cevap yöntemiyle ele alındığı krizin gerçekten antikapitalist bir yorumunu okuyacaksınız.
1. bankacılık sistemindeki mevcut krizin altında yatan nedir?
çalkantının kaynağı abd’deki “alt-gelir grubu” mortgage denilen piyasada, bu piyasanın bir yıl önce çökmesi “kredi sıkışmasına” yol açtı.
bu piyasa, kredi verenlerin mortgage satmak için yeni hedefler arayışı sonucunda ortaya çıktı.
durumları kredi almaya uygun olmayan, düşük gelirli insanlara fahiş faiz oranlarıyla kredi vermeye başladılar.
yani insanlar ödemeleri olanaksız borçların altına girdiler. insanların bu miktarda borçları geri ödeyemeyeceği ortaya çıkınca piyasa çözülmeye başladı.
ancak elde patlayan krediler sadece mortgage veren kreditörleri etkilemedi. mortgage borçlarındaki “ikincil piyasa” yüzünden dünya finansal sistemine yayıldı.
mortgage borçları yeniden ambalajlanıp diğer kurumların alıp sattığı tahvillere dönüşmüştü. bunların ticaretini yapanlar ve bankalar bu tahvillerin değeri üzerinde spekülasyon yapmaktaydılar.
geçen yıl insanlar mortgage ödemelerini yapamaz hale düşünce, bu tahvillerin sanıldığından çok daha riskli bir yatırım aracı olduğu ortaya çıktı.
ama borçlar yeniden yeniden paketlenip birbirine satıldığından kimse ödenemeyecek borcun en son kimin elinde patlayacağı veya miktarının ne olduğundan emin değildi. bankalar geri alamama korkusuyla birbirlerine borç vermeyi durdurdu.
“kredi sıkışmasına” bu yol açtı – eskiden bol olan bankalararası kredi ansızın kurudu.
bankalar günlük işlemleri sırasında birbirlerinden kısa vadeli kredi şeklinde borç alır verirler.
northern rock gibi bazıları, günlük işlemlerini finanse etmek için geleneksel yöntem olan müşterilerinin tasarruf hesaplarındaki mevduatları kullanmak yerine bu tür kısa vadeli borçlanmayı yoğun bir şekilde kullanıyordu.
bankalararası krediler kuruyunca northern rock felakete sürüklendi. hükümet northern rock’ı geçen sene kamulaştırdı.
spekülasyon krizi besledi. yatırımcılar ve ticaret yapanların güveni sarsılınca paralarını başka yere taşıdılar, bunu gören diğerleri de paniğe kapılarak onları takip etti.
2. kriz spekülatörlerin suçu mu yani?
bankalar çökerken bazı kişilerin bu çöküşlerden milyonlarca sterlin kazandığı inanılmaz durumlara şahit olduk.
bunu “açığa satış” ile yaptılar. genellikle “hedge fonları” denilen gizli finansal gruplar adına çalışan tüccarlar, hisse senetlerini önceden belirli bir süreliğine “krediyle” satın alırlar.
fiyatların düşeceğini umarak bu hisseleri hemen satar ve daha sonraki bir tarihte geri satın alırlar – hisselerin fiyatı düştüyse aradaki fark ceplerine kalır.
borsanın oyun odalarında bile hileli işler hoş karşılanmaz. dolayısıyla hükümet belirli hisse senetleri için kısa bir süreliğine bu uygulamayı durdurdu.
devrimci sosyalist karl marks’ın dediği gibi finansal sistem “en etkin kriz ve dolandırıcılık araçlarından biridir.”
örneğin “şirket içinden bilgi satın alarak borsada ticaret” yasadışıdır. ancak bir şirketin bir şey ilan edeceğini, bunun iyi veya kötü olduğunu önceden bilmek, yani şirketin hisselerini almalı mı yoksa satmalı mıyı önceden bilmek son derece karlıdır.
abd borsasındaki 172 şirket birleşmesi üzerinde yapılan bir araştırma hepsinde de önceden içerden bilgi sızdırıldığını ortaya koydu.
ama kriz sadece birkaç dolandırıcı tüccar yüzünden çıkmadı. bütün mali sistemin kaotik yapısından kaynaklandı.
geçen hafta hbos bankasının başının derde girmesinin sebebi açığa satışlar değil bankanın büyük çaplı borçlarıydı. bankanın çöktüğü gün alıp satılan hisselerinin sadece yüzde 3’ü bu tür işlem gördü.
3. merkez bankaları piyasayı kurtarabilir mi?
abd hükümeti kötü borçları yani geri ödenemeyen borçları devralmayı kabul etti. bu durumda ülkenin borç açığı devasa boyutlara ulaşacak.
piyasalar tekrar serbest düşüşe geçerse abd’nin aynı çapta tekrar müdahale etmesi zorlaşmış olacak.
yılın başında abd hükümeti tahvil sigorta eden dev şirketleri devralırken devlet müdahalesinin işe yaradığı söyleniyordu.
mart’ta bear stearns’i kurtardıklarında ve bu ayın başında mortgage devleri freddie mac ve fannie mae’yi kamulaştırdıklarında aynı şey oldu.
abd, ingiltere ve diğer büyük devletler bankalar ucuza borç bulabilsin diye devasa miktarda kamu parasını sisteme enjekte ettiler.
ama bu daha ne kadar sürdürülebilir, bunun da sınırları var. örneğin şu an dolaşımdaki borçların miktarı dünya ekonomisinin bir yılda ürettiği toplam değerden çok daha büyük.
bütün bu müdahalenin hisse senedi fiyatlarını kısa bir süreliğine arttırmak dışında bir işe yarayacağının garantisi yok. bu yapılan borsaya bedava para vermek demek ama kriz devam ederse bu para asla geri dönmeyebilir. 1930’larda wall street’in çöküşünden sonra abd aynı şeyi denediğinde olan buydu– ekonomik kriz şiddetlenmeye devam etmişti.
çin hükümetinin elinde milyarlar değerinde abd hükümet bonosu var, herhalde bunların değeri hakkında oldukça endişelidirler. daha da önemlisi abd hükümeti de harcayabileceği üst sınıra neredeyse ulaşmış durumda.
bu arada finansal kurumların yeniden kredi vermeye veya yatırım yapmaya başlayacaklarına dair hiçbir işaret yok– nakitte kalmak istiyorlar. bu daha ekonominin geri kalanını da tehdit ediyor.
1990larda japon hükümeti benzer bir durumu sınırlandırmak ve tersine çevirmek için büyük miktarlar harcadı. sonunda muazzam miktarda borç geri ödemelerinin altına girdi bu da on yıl süren ekonomik gerileme dönemine yol açtı.
devasa abd ekonomisinin kısa vadedeki çöküşü engellemek uğruna kendini daha uzun süreli bir bunalıma mahkûm ettiği kaygıları var.
wall street’in mali egemenliğinin yediği bir darbe de abd’nin kudretli yatırım bankalarının çökmesi.
ekonomik açıdan yaralı bir abd halen dünyanın bir numaralı askeri gücü ve bu şartlarda bu gücü kullanmaya eskisinden daha istekli olacaktır.
4. neden devlet bazı şirketleri kurtarırken diğerlerini kurtarmıyor?
son haftalarda fannie mae ve freddie mac’in devralınmasında olduğu gibi finansal kurumları kurtarmak için büyük çaplı devlet müdahaleleri yaşandı. bu kurumlar için “batmak için fazla büyük” denildi.
ama birkaç gün sonra dev lehman brothers’ı kurtaramadı.
egemen sınıfın krize bir çözümü yok. en iyi tepkinin ne olacağı konusunda kendi aralarında bölünmüş durumdalar. batan bankaların kapitalizmi ve sistemin sıradan insanlar nezdinde inandırıcılığını nasıl etkileyeceğinden endişeleniyorlar.
ingiltere başbakanı gordon brown lloyds tsb’nin hbos’u devralmasını ayarladı. hbos’un iş yapabilmek için her gün milyarlarca sterlin borç alması gerekiyordu, kredilerin sıkışması –ve artan maliyeti- bunu zorlaştırdı.
hükümet ingiltere’nin en büyük mevduat bankasının batmasına göz yumamazdı. ingiltere’deki her beş mortgageden biri hbos’dan alınmış ve her on kişiden birinin hbos’ta hesabı var.
devletin bir bankayı kurtarıp kurtarmayacağı zamanlamaya da bağlı. bazen egemen sınıf sistemin bir iflası kaldırabileceğine ve olayın daha ciddi hasara yol açmayacağına inanabilir.
devletler kendi borç seviyelerini de düşünmek zorundalar – şirketi kurtaracak para var mı yok mu diye. ayrıca devlet müdahalesi ideolojik sorunlara da yol açar – şirketleri devletleştirmek 1980’lerden bu yana dünyaya egemen olan yeni liberalizme aykırı.
ancak ekonomik kriz kapitalizme içkin olduğundan yöneticilerimiz bu sorunu temelli olarak çözemezler, kendi aralarındaki bölünme yüzünden de müdahaleleri tutarsız olur.
5. kapitalizm neden büyüme ve çökme çevrimlerini takip eder?
şimdi tanık olduğumuz kaos sadece kapitalizmin en sonuncu krizi. küresel ekonomi son 35 yılda bir dizi kriz yaşadı; 1973, 1990-93, 1998 ve 2001-2 bunlar arasında.
kar oranları 1973 krizi öncesindeki düzeyine halen dönemedi. her bir ekonomik kriz sona erdiğinde serbest piyasanın peygamberleri bize sistemdeki bütün sorunların giderildiğini söyler. sonra bir sonraki ekonomik krizle hepsi yeniden paniğe kapılır.
bu büyüme çökme çevrimleri kapitalizmin rekabetçi ve anarşik doğasından kaynaklanıyor. ekonominin merkezi bir planı olmadığından her bir şirket bir ya da daha fazla mal üreterek pazarın en büyük kısmını ele geçirmeye çalışır.
sonunda ihtiyaç duyulandan fazla mal üretilmiş olur ve bunlar elde kalarak stoklarda birikir – karlar düşer, şirketler batar ve işçiler işten çıkarılır.
işçilerin mal almak için daha az parası olunca kriz daha da kötüleşir ve sistem dibe vurur.
bazı şirketlerin batması sistemin tekrar canlanmasına yardımcı olur çünkü rakipleri onların teknolojisi ve piyasa payını ucuza satın almıştır.
bütün bunların altında sistemin temel bir sorunu yatar – kar oranlarının düşme eğilimi.
karl marks bu eğilimi 100 yılı aşkın süre önce saptadı. bu gerçekleşen karların düştüğü anlamına gelmiyor – şirketler halen milyarlar kazanıyor çoğu karlarını arttırıyor. ancak zaman içerisinde yatırımlarının getiri oranı azalma eğilimindedir.
çünkü gerçek değer, işçilerin çalışmasından kaynaklanır. insanların çalışarak ürettiği değer, ücretler olarak geri kazandıklarından fazladır.
yani kapitalistler işçilerin çalışmasının yarattığı değerin bir kısmını çalmaktadırlar. “artı değer” denilen bu fark karın temelidir.
ancak patronlar rekabet baskısı nedeniyle işgücüne yatırdıkları miktarı azaltmaya çalışırlar.
bunun yerine işgücüne daha az para ödemelerini sağlayacak yeni teknolojilere yatırım yaparlar. yeni teknoloji ve makineler sayesinde aynı sayıda veya daha az işçiyle aynı miktarda malı üretebilirler.
ayrıca işçilerin sömürü oranını da arttırmaya çalışırlar – yani insanları daha az paraya daha çok çalıştırırlar.
şirketler yeni teknolojiye yatırım yaparak rakiplerini geride bıraktıklarından kısa vadede kazançlarını arttırabilirler. ama diğer şirketler de aynısını yaptığında, bu avantaj ortadan kalkar ve patronların karlarını arttırmak için yeni yollar bulması gerekir.
kar oranlarının düşme eğilimi kapitalistleri sürekli yeni para kazanma yolları aramaya iter.
bunu yeni piyasalar yaratarak veya spekülatif balonlar şişirerek yapabilirler.
bunlar ekonomiyi geçici olarak yüzdürebilir ve sorunları gizleyebilir. ama kriz kapitalizmin işleyiş biçimin içinde mevcut olduğundan aynı sorunların gelecekte tekrar ortaya çıkması kaçınılmazdır.
6. finansal piyasalar nedir?
en basit haliyle finansal piyasa büyük bir kumarhanedir ama kapitalizmin işlemesi için vazgeçilmezdir.
kapitalizm karlarını en yükseğe çıkarmak için birbirleriyle rekabet eden şirketlere dayanan bir sistemdir. şirketler genellikle karlarının bir kısmını yeni teknolojiye yatırarak rakipleri üzerinde avantaj yakalamaya çalışırlar.
ancak kapitalistlerin karlarını derhal değerlendirebilecekleri bir alan yoksa veya yatırım yapmaları gerektiği halde yeterli sermayeleri yoksa bankacılık sistemi, borsa ve benzeri kuruluşlar yatırımı finanse edecek araçlar sunar.
ayrıca bu kurumlar diğerlerinin karlarını değerlendirebilecekleri alanlar da sağlar. örneğin bir kapitalist daha sonra yatırım yapma umuduyla banka hesabında para biriktiriyor olabilir. banka o parayı şimdi yatırım yapmak isteyen başka bir kapitaliste borç verir.
ancak finansal sistem aynı zamanda bir istikrarsızlık kaynağıdır. şayet kar oranlarında ani bir düşüş olursa veya piyasada güven kaybı yaşanırsa orta çıkan panik bu kanaldan sisteme yayılabilir.
modern kapitalizmde hisse senetleri kendi başlarına bir hayat yaşamaya başlayabilir. zenginlerin hisse senetleri ve tahvillerin, döviz kurlarının veya diğer yatırım araçlarının fiyatı üzerine spekülasyon yaptığı büyük kumarhaneler ortaya çıkar – new york’taki wall street veya londra borsası gibi.
düzenleme ve sınırlamaları kaldırma şeklindeki neoliberal politika piyasa kumarhanelerinde kumar oynamanın birçok yeni türünün doğmasına yol açtı.
sözgelimi vadeli iş sözleşmeleri (futures contracts) belir bir malın fiyatının belirli bir tarihte ne olacağı hakkındaki muazzam bahisleri içerir.
vadeli (futures) işlemler türev işlemlerin en basit örneğidir – türevler, değeri daha basit başka bir işlemden “türetilen” finansal araçlardır. bu “türevler” tüccarların hisse veya borç senetlerinin fiyatları hakkında karmaşık bahislere girebilmesine izin verir, hem de bu senetlere sahip olmadıkları halde.
2007 sonunda bütün türevlerin teorik değeri 596 trilyon dolar idi.
piyasaların bu şekilde helezonik olarak büyümesi finansal sistemi küresel çapta birbirinin içine geçirir. ancak işler kötü gittiğinde de toptan kaosa yol açar.
örneğin geçen yıl çöken mortgage borçları piyasasının etkileri.
şirketler borçları ellerinde tutup faiz ödemelerini toplayacaklarına, bunları birleştirerek borç senedi olarak başkalarına sattılar. başka birileri bu borç senetlerinin fiyatı üzerine bahse tutuştu.
başka bazı kurumlar da bu borç senetlerini sigortalayarak, borcun geri ödenememesi riskini üstlendi (elbette sigorta primleri karşılığında) – (cds, credit default swaps).
abd’nin en büyük dördüncü yatırım bankası lehman brothers’ın yakınlarda batması, sigorta şirketlerinin elinde borç senedi olanlara multi milyar dolarlar tutan ödemeler yapmasına yol açtı.
bu sigorta alış verişleri iki şirket arasında yapıldığından kimse kimin kime ne kadar borcu olduğunu – veya geri ödenip ödenmeyeceğini bilemiyor.
7. finansal kriz ekonominin geri kalanını etkiler mi?
ekonominin geri kalanı finansal piyasalarda olanlardan etkilenir. “gerçek” ekonomi işçiler ve kapitalistler arasındaki bölünmeye dayanır. kapitalistler işçileri istihdam ederek onlara ürettikleri değerin genellikle çok altında bir ücret öderler.
finansal piyasalar karl marks’ın deyişiyle “hayali seymaye”dir. bunların faaliyetleri ne yeni servet yaratır ne de üretimi arttırır. işçilerin yarattığı karlarla kumar oynanmasıdır – ve bunlar nihayetinde gerçek ekonominin gidişatına bağlıdırlar.
hisse senetlerinin iddia edilen değeri ne kadar abartılmış olursa olsun, şirketin ödediği kar paylarının seviyesiyle ilişkilidirler ki bu da kara bağlıdır. karlar düşüyorsa şirket kar payı ödemesi yapamaz ve hisse değerleri düşer.
piyasalar bir süreliğine gerçek karlara denk düşen değerlerin çok üzerine çıkabilir. bu durum spekülatif bir balon yaratır ki sonunda balonun patlaması kaçınılmazdır.
böylesi bir şey olduğunda bunun gerçek sonuçları olur. örneğin hedge funds denilen yüksek riskli yatırım fonlarının belli başlı yatırımcıları emeklilik fonlarıdır. kumar oynadıkları fişler sıradan insanların emeklilikleridir.
finansal sektördeki kriz gerçek ekonomiye de geçer. kredilerin kuruması sadece bankerlerin işinden olması değil gerçek şirketlerin batması da demektir.
ingiltere’de okullar ve hastanelerde iş yapan pfı (özel finansman inisiyatifi) şirketlerine hükümetin ödediği milyarlarca sterlin, para piyasalarına yatırılmış durumda. piyasayı kurtarmak için yapılan her bir kurtarma operasyonu veya yatırım, kamu hizmetlerine harcanabilecek kamu parasının patronlara verilmesi demektir.
8. bu krizin sıradan insanlar üzerindeki etkisi ne olacak?
kriz hakkında yorum yapanlar 1930’ların büyük bunalımının tekrarlanmak üzere olduğu şeklinde spekülasyonlar yapıyorlar. o dönemle benzerlikler var – sözgelimi spekülasyon ve kredilerin krizde oynadığı rol.
ancak doğrusu 1930’lar tarzı dramatik bir krizle mi yoksa daha uzun bir durgunluk ve daralma dönemiyle mi karşı karşıya olduğumuzu kimse bilmiyor.
kesin olan bir şey var – bizi yönetenler aynen 1930’larda yaptıkları gibi krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek isteyecekler. işten çıkarmalarda ve işsizlikte şimdiden önemli artış görüyoruz, daha fazla iş kaybı tehlikesi de gündemde. ingiltere’de ev piyasası neredeyse durma noktasına geldi.
finansal sektörde kriz bankaların insanlara ve işletmelere borç vermeye çok daha az gönüllü olması demek. bunun çeşitli sonuçları var.
ekonomi bir süredir ucuz kredi bolluğu ile ayakta duruyordu. ücretler düşük tutulsa da insanlar kredi sayesinde tüketici mallarını alabiliyorlardı.
artık ucuz kredi yok – üstüne artan hayat pahalılığı, ücret sınırlandırması ve işsizlik korkusu – insanlar daha az harcıyorlar. bu da ekonominin sorunlarını büyütüyor.
hükümetler kapitalizmin tekerlerini yağlamaya çabalayarak finansal sektöre milyarlar pompalıyorlar.
bir şirketin batmasının ekonominin geri kalanını olumsuz etkileyeceğini düşündüklerinde şirket de kurtarıyorlar.
bunlar ülkelerin bütçe açıklarını büyütüyor.
northern rock’ın devletleştirilmesi yüzünden ingiltere’nin ulusal borcuna 87 milyar sterlin daha eklendi. ulusal borç ingiltere’nin ulusal gelirinin yüzde 43,3’üne ulaştı.
diğer yandan işsizliğin artması ödenen vergilerin azalması anlamına geliyor. yeni işçi partisi ve muhafazakâr parti bütçe açığıyla baş etmek için devlet harcamalarında kısıtlama yapmayı dolayısıyla kamu hizmetleri ve emeklilik maaşlarını kısmayı deneyecekler.
özel şirketler çalışanlarının emeklilik öncesindeki son maaşlarının miktarına dayalı emeklilik ödemesi programlarına saldırarak masraf azaltmaya çalışacaklardır.
9. saldırılara direnmek için ne yapabiliriz?
ekonomik durgunluğun bizi nasıl etkileyeceğini işçi sınıfının nasıl mücadele edeceği belirleyecek.
yaşanan çalkantı küresel bir krizin bir parçası. ancak sıradan insanların durumunu hafifletmek için hükümetin uygulayabileceği bazı önlemler var– biz de bunların uygulanmasını talep etmeliyiz.
işçiler acı çekerken birçok çokuluslu şirket milyarlar kazanmaya devam ediyor. rekor seviyede kar ettikleri halde enerji fiyatlarına zam yapan enerji şirketleri haliyle dikkatlerin odağı haline geldi.
hükümet bu şirketlere “ekstra kar” vergisi uygulayabilir. sonra bu para düşük ücretli işçilere ve devlet yardımı alanlara fiyat artışlarıyla baş edebilmeleri için yardım olarak verilebilir.
hükümet daha ileri giderek enerji fiyat artışlarına üst sınır getirebilir. enerji şirketlerini devletleştirebilir. durgunluğun etkileriyle mücadele etmek için elindeki kaynakları arttırmak için şirket vergilerini arttırabilir.
zenginleri ve şirketlerin karlarını vergilendirerek elde edilen milyarlar toplu konut inşasına ve kamu hizmetlerine akıtılabilir.
hükümet bu parayla devlet yardımları ve emeklilik aylıklarını arttırabilir.
hükümetin kamu sektöründe ücret sınırlandırmasını kaldırmasını talep etmeliyiz, çünkü bunun anlamı milyonlarca işçinin ücretlerinin artan fiyatlar karşısında erimesi.
bütün saldırılara karşı tabanda direniş gerekiyor, aynen 1930larda olduğu gibi.
bu da insanların evlere haciz konulmasını durdurmak için örgütlenmesi, işyerlerini ve fabrikaları kapanmasını önlemek için işgal etmek, sendikacıların enflasyonun altında ücret anlaşmaları yapmalarına karşı aşağıdan isyanı yoğunlaştırmak demek.
ekonomik kriz kapitalizmin istikrarsızlık ve deliliğini ortaya çıkarır. bu da demektir ki milyonlarca insan sistemin temelini sorgulamaya başlayacak.
bu durumda bizi yönetenler krizin suçunu başkalarına yükleyerek konuyu saptırmak isteyecekler. göçmenleri ve işsizleri günah keçisi yapmaya çalışacaklar.
kapitalistler ve devletler arasındaki rekabet şiddetlendikçe daha çok savaş olasılığı da artacak. bu yüzden sıradan insanların birlikte mücadele etmesi çok önemli- hem durgunluğun getireceği yıkımı durdurmak için hem de toplumu sağa götürme girişimlerini durdurmak için.
10. reformlar yeterli mi?
ekonomik kriz kapitalizmin parçasıdır. ekonomik durgunluğa son vermenin tek yolu bu anarşik sistemin yerine işçi denetimine dayalı, demokratik olarak planlanan bir ekonomiyi yani sosyalizmi geçirmektir.
bu tabi gökten düşmeyecek. sıradan insanların bunu bizzat kendilerinin yaratması lazım.
birçok insan sistemin kendilerine bir yararının olmadığını görebilir – en çok da böyle zamanlarda.
sorun şu ki, toplumu örgütlemenin tek yolunun kapitalizm olduğu şeklindeki fikirlerin egemen olduğu bir sistem içinde yetiştik.
ama sistem aynı zamanda insanları mücadele etmeye de iter – ve bu mücadeleler içinde işçi sınıfından insanlar kendilerine güven kazanırlar. insanlar birden eskiden olanaksız olduğunu düşündükleri şeyleri yapabildiklerini görürler – bir grev örgütlemek, bir toplantıda konuşmak veya saldırılara direnmeye ikna etmek için insanlarla tartışmak.
reformlar için mücadele etmek ve sistemin önceliklerine meydan okumak egemen ideolojiyi çatlatır.
devrimciler iki sebeple reformlar için mücadele ederler. birincisi gerçekten de bu reformları isteriz – kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini durdurmak, ırkçılığa meydan okumak ve işçilerin haklarını arttırmak isteriz çünkü bunlar sıradan insanların hayat kalitesi açısından önemlidir.
ancak reformlar için mücadele aynı zamanda insanları eyleme geçirir, kendilerine güvenlerini ve sistemi sorgulamalarını artırır.
kapitalizmin ihtiyacımız olan şeyleri sağlayamadığı gerçeği ortaya çıktıkça birçok insan radikalleşecek ve dünyayı toptan değiştirme ihtiyacı hissedecektir.
socialist worker, 27 eylül 08
tüm umutların tütüne bağlandığı bir urla baharını anlatır necati cumalı, "acı tütün" adlı romanında. dumanaltı kahve köşelerinde sabahlayarak tütün taban fiyatlarının açıklanmasını bekleyen kasabalıları, sonrasını hiç de tahmin edemeyecekleri bir gelişme beklemektedir. binnaz'la evlenme hayalleri kuran ferit'ten, kasabanın doktoruna kadar herkes tütün işindedir, yaşamları ve gelecek düşleri, o sabah tekelden gelecek açıklamaya iliştirilmiştir. ahali tekelin önünde toplandığında, az sonra çakacak ve ege köylüsünün acımasız piyasaya başkaldırısını başlatacak kıvılcımların gökyüzünde birikmeye başladığından habersizdir. olan olur. tekel idaresi beklenen fiyatın yarısını bile vermez. köylüler tek çıkar yolun örgütlenmekten geçtiğini, onca homurdanmadan sonra er geç farkedecek ve tüm egeyi kasıp kavuracak yürekli bir başkaldırıyı başlatacaklardır.
"acı tütün" öfkenin bilince dönüşmesinin ele alındığı sıcak ve gerçekçi bir romandır.
geçenlerde aktütün denen allah'ın belası bir tepede, "oradan ve buradan" kırk genç insan öldü. on yıllardır, artık neredeyse bağımlısı olduğumuz aynı kabus bulutları başımızın üzerinde dolaşmaya başladı yeniden. karamsarlık, korku ve öfke hakim oluverdi zihinlere hemen. artık yüzlerini eskitmiş emekli asker, terör, ortadoğu uzmanı zevat kapladı televizyonları. ben mantıklı tek bir önerilerini işitmedim daha.
her defasında terör örgütü bitti deniyor, son çırpınışları deniyor. zaten güçsüzlüklerini örtbas etmek için saldırıyorlar, deniyor. sözkonusu karakola bu bilmemkaçıncı saldırı. sözde abd anlık istihbarat veriyor. gündüz gözüyle neredeyse bütün bir gün sürüyor çatışma. kalkmışlar, maddi yetersizliklerden dolayı karakolu tacize açık o bölgeden taşıyamadıklarını açıklıyorlar. özürleri kabahatlerinden büyük. sınır ötesi kara harekatları, defalarca denenmesine rağmen sonuç getirmiyor.
şimdi hemen devreye, belki de kürtlerle bin yıl düşmanlık getirecek "tampon bölge" önerisi getiriliyor. kanamalı bir rahatsızlık var, doğru. kanama, canlarda ama daha çok da zihinlerde, yüreklerde. kanama içerimizde. tamponu içerimize bastırmak gerek. kürtlere iş vermek gerek, aş vermek gerek, kürt olmalarından duydukları onurla bizlerle yanyana yaşamalarına izin vermek gerek. askeri yöntemlerle ancak böylesi sonuçlar alınabiliyor. bunun artık görülmesi gerek. gencecik askerlerin niçin o lanet tepede öldüklerini birilerinin açıklaması gerek.
evet, öfkeliyiz. 40 bin insanımızı bu soruna kurban verdiğimiz için acılıyız, öfkeliyiz. balıkesir'deki gibi öfke bazen kürt komşusuna yönelebiliyor körce. bizi, bir daha biz olamayabileceğimiz bir tezgaha getirmek isteyenler var. aklın öfkeye yenik düşmesini kollayanlar var.
biz artık bu "acı tütünü" içmemeliyiz. öfkemizi bilince dönüştürmeliyiz. bülent ersoy kadar cesur olmayı becerebilmeyiz...
şimdi n'oldu peki? neden kocaman bir halktan arındırılmış sesler korosu oluşturup "marx haklıymıışş" diye çığırmaya başladınız. aslında sizin patronlarınızın ve sizin daha iyi, ama hep daha da iyi yaşama arzunuz olmasa var ya, ne harika bir şekilde yoluna devam ederdi aslında serbest piyasa, biliyor musunuz? serbest piyasanın hiç suçu yok, o masum. bırakın yine çözsün kendi kendine bu krizi. doğadaki gibi doğal seleksiyon işlesin. aslında adını da "doğal piyasa" olarak değiştirsin. bu sayede fazlalıklar temizlensin. risk analizini iyi yapamayıp bodoslama yatırımlara girişenleriniz ayıklansın. en iyi uyum sağlayabilenler ayakta kalsın. hadi yiyorsa, on yıllardır göklere çıkardığınız serbest piyasanız, bırakınız yapsın. piyasalar kendi free doğasına uygun bir şekilde tam temizliğe başlamışken, şimdi siz ihanet içindesiniz. serbest piyasa aşkınızı terkettiniz. fütursuzca marx'ın yatak odasına giriverdiniz.
serbest piyasayla düşe kalka yıllarca arzularınızı tatmin ettiniz. arzularınızın denetimsizliği piyasaya da at koşturdu. o, bu denetimsiz sahada aşırılıkları ve eksikleri arasında bir denge kurmaya çalıştı. onu dizginlemeye çalışan kuvvetlerle savaştı. şimdi aranızdan kimilerini sırtından atma zamanı geldi. ama siz düşmek istemiyorsunuz. ne öneriyorsunuz? kapitalistler konseyiniz, yani devletiniz duruma el atsın! at terli! artık bu kadar serbest olmasın!
maliyeti siz ve sizin sınıfınız değil, başkaları ödesin. başka ülkeler ödesin. devlet geri gelsin, sertleşsin. bir de bu zamanda sizi zorlayacak yoksullarla, onların bağırışlarıyla uğraşmayın. onların vergileri sizin şirketlerinize aktarılsın. ayağa kalkmaya çalışırlarsa da "konseyiniz" icaplarına baksın! gerekirse dünya daha da istikrarsızlaşsın. yoksul ülkeler daha da yoksullaşsın. olmadı bir kaç savaş daha başlatılsın!
çok açık bir gerçek var. kapitalizm serbest de denetimli de olsa büyük krizlere yol açıyor. 1929'da serbestti, 1950'lerde ise denetimli. krizlerden kaçamadı. maliyeti de her defasında yoksullar ödedi. şunu bilin, şimdi marx sizi yatak odasından kovuyor!
sizi s*kmeye sonra kendi gelecek!
"hükümran sınıflar, emekçi yığınlarınkine nazaran sıradışı avantajlara sahip konumlarını, ancak vatanseverliğe yaslanan iktidar sistemi sayesinde koruyabilirler.halkı etkileyebilecek en güçlü araçlar ellerindedir ve daima sebatla kendilerinde ve başkalarında vatansever duyguları beslerler, özellikle de, iktidar erkini ayakta tutan o duygular, o erk tarafından daima en iyi şekilde ödüllendirilenler olunca..."
..."liberal demokratlar" ordusu bugün çanakkale direnişine, işgalciler karşısında elde silah dövüşen efelere, asker kaçaklarına, çetelere, kuvvacılara saldırıyorsa, durup bir düşünmek, derin manayı çözmek gerekir...
yukarıdaki satırların yazarı kim olabilir? hangi siyasal görüştendir sizce bu şahıs? kendine yakıştırdığı kimlik hangisidir?
A) islamcı anti-emperyalist
B) ulusalcı
C) kemalist
D) marksist
E) ülkücü
zorlandınız mı? o zaman alıntının devamını da ekleyelim. bir kaç seçeneği elemek mümkün olur belki.
...bağımsızlık talebi milliyetçilikmiş! evet, şimdilerde "sol"da pek bir revaçta bu laf. sizi köpek ruhlular sizi!.. O zaman "yaşasın ikinci bağımsızlık savaşımız!" diye ayaklanan, yerlisinden avrupa kökenlisine, melezine kadar tek yumruk olup meydanları anti-emperyalist sloganlarla dolduran latin amerika halkları da milliyetçi!..yazar düpedüz zıvanadan çıkmış. "latin amerikalıların" milliyetçi olmadığını ileri sürüyor. oysa birinci bağımsızlık savaşlarında da milliyetçiydiler, küba devriminde de öyleydiler, şimdi de milliyetçiler. aslında yazar, "milliyetçiliğin kötü bir şey olabileceğini ima edenler köpeklerdir" demeye getiriyor da açık açık söyleyemiyor. ulaşamadı henüz o "güzel kafaya", rahatlayamadı bir türlü!
milliyetçiliği, milliyetçi çeteleri, milliyetçi bombacıları, ergenekonu, darbe girişimlerini deşifre eden herkesi akp ajanı sanan paranoid şizofren yazarımız, hakkında kampanya başlattığımızı sağda solda anlatan, yazan hakan gülseven'den başkası değil. takmış kafasına solculuğu, milliyetçiliğe pupa yelken açmış gidiyor. türkiye stalinist solunun öncüllerinin zerre kadar milliyetçi olmadığını iddia ederek, buna delil olarak amerikan emperyalizmiyle mücadele jargonunu göstererek, var olanı gizleyip güzelliyor.
üstelik, şimdi de hakim aynı jargon stalinist solda. zerre kadar değişmedi ki! bir fabrika yabancılara mı satılacak, hemen "bu memleket bizim" sloganı atılıyor. bu slogan işçi sınıfının kafasındaki hakim ideoloji olan milliyetçilikten üreyip onu yeniden üretmiyor mu? yani "bu memleketin neresi bizim yahu" sorusunun sorulmasını geciktirmiyor mu? hakan gülseven bal gibi biliyor bunu. niye ayrı duruyor? stalinistlerle, bilemem artık, başka milliyetçilerle birleşmelidir. o saldırgan bir vatanseverdir. yeri vatanseverlerin yanıdır.
Goober Patrol _mind The Gap from Tom Blyth on Vimeo.
above albümünü şuradan indirebilirsiniz.
deniz feneri patlağıyla kudurup sağa sola çarpan lastik iktidarla, sahtekar, savaş çığırtkanı, ahlaksız burjuva medyasının kavgası var, işte şimdi tam da "yiyin birbirinizi" demenin zamanı! "üçüncü yol" işte böyle bir anda bizim yolumuz. soldaki ergenekon tartışmalarına işte böylece teğet değip asıl meseleye geleyim.
merhametin kurumsallaşması
deniz fenerinin sloganı "yüzyılın iyilik hareketi"ydi. hakikaten, yakinen biliyorum, pek çok yoksul aileye "yardımları" dokundu. ancak bu yapılan gerçekten iyilik mi? ramazan ayındayız. dört bir yanda yoksulları doyurduğu söylenen iftar çadırları. fitre ve zekat toplama kampanyaları. türk hava kurumu bile dağıttığı zarflarla fitre topluyor. sıradan inananlar bu gibi kurumlara yaptıkları yardımlarla vicdanlarını rahatlatıyorlar. oysa merhamet son derece kişisel bir duygu. şimdi merhamet kurumsallaşıyor ve samimi inananların merhamet etmelerinin neticelerini denetleyebilme, sonuçlarını görüp "mutlu olabilme" şansları da ellerinden alınıyor. merhamet kurumsallaştıkça kolpa olasılığı artıyor. bu meselenin bir yanı. asıl ahlaksızlık "komşusu açken tok yatan bizden değildir" inanışında gömük. bu inanış sermayenin egemenliğini kabullenmiştir.
korkunç kötülükler ve mülkiyet hakkı
hatırlatmaya hacet yok. yoksulluk kapitalizmin yapısal sorunu. yoksulluk sorununu çözebilmiş bir kapitalist ülke yok. yoksulluk sınırı ülkeden ülkeye değişse de böyle bir kriterin varlığı söylediğimizin kanıtı. korkunç olan, kapitalizmin bu sorunu yoksulların hayatta kalmalarını sağlayarak çözmeye çalışması.
1857'de, brüksel'de I. iyilikseverler kongresi toplanmıştı. marks'ın damadı ve ünlü "tembellik hakkı"nın yazarı paul lafargue'nin anlatımına göre, fransa'nın lille bölgesinin en zengin fabrikatörlerinden biri olan bay scrive, yoğun tezahüratlar arasında kürsüye gelmiş ve şunları söylemişti: "çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. çalışırken şarkı söylemesini ve yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara; eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli 12 saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar."
bir çocuğun geçimini sağlamak için gerekli olan çalışma başından beri bu sistemde var. onlara iyilik yapmak isteyen başkaları da!
yapılan şudur: özel mülkiyetin yol açtığı korkunç kötülüklerin yoksullar üzerinde yol açtığı korkunç etkileri azaltmak için yine özel mülkiyeti kullanmak. mülk sahibi olmayan bir sınıfın soyundan geldikleri için çoğu zaman yoksulluk, bazen düpedüz açlık koşullarında yaşayan ve hayvanlar gibi çalışmak zorunda bırakılan insanların üzerinde son derece aşağılayıcı bir merhamet duygusu kılıcı var. orta sınıfların "günahlarından arınmak için" varlıklarının küçücük bir zerreciğini merhamet adı altında yoksullara bağışlamaları çok mide bulandırıcı. bu burjuvalar ve küçük burjuvalar, yoksulların ezik kalmasını istiyorlar! çünkü onlar yoksulların bir arada oluşturdukları güçten büyük bir maddi refah sağlıyorlar. yoksulların avurdu çökmüş yüzleri, sıska çocukları onların daha müreffeh geleceklerinin teminatı. hayırseverlik bu ilişkide en iyisinden romantik bir sadaka. "iyi müslümanların" traji-komik derecede kifayetsiz bir borç ödeme seramonisi. üstelik bu "borç", "ödeyenlerin" vicdanında küstahlığa yol açıyor. "yaparım da, öderim de" diyorlar içten içe ve zorbalıkları artıyor.
bu gün iftar sofralarında oturan, fenerlerden yardım alan yoksullar, zenginlerin sofrasından dökülen bir kaç kırıntıya zerre kadar gönül borcu duymazlar vakti geldiğinde. neden zenginlerin sofrasında oturmadıklarını sormaya başlarlar. el açanlar, el uzatanlara dönüşüverir. mülke uzanan el karşısında sınanır o vakit gerçek merhamet! ey hayırseverler, nereye kadar merhametiniz? biz yoksulun, zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaksızını severiz!
son haftalarda bm'nin bir çok kurumu ve sivil toplum örgütleri doğu afrika'da 14 milyon kişinin ağır beslenme sorunu yaşadığı konusunda uyarılarda bulunuyor. unicef, kuraklığın yıllardır somali, etiyopya ve doğu afrika'nın bazı bölgelerinde şiddetini arttırdığını belirtiyor. gıda üretimi azalıyor ve yerel çatışmalar da artıyor. bölgedeki insani yardım kuruluşu çalışanları da çatışmalardan etkileniyor. somali'de son aylarda çok sayıda yerli ve yabancı insani çalışan saldırıların hedefi oldu. bu yıl içinde dünya gıda programı için çalışan altı somalili şoför öldürüldü. bm'ye göre 3,2 milyon somalili, diğer bir ifadeyle nüfusun yüzde 40'ı yılın sonuna kadar insani bir yardıma ihtiyaç duyuyor. bu da ocak 2008'den bu yana yüzde 77 artışa denk geliyor.
yani bir kıta hızla çöküyor. kapitalizm ebe-sobe oynuyor! antikapitalist hareketin yüzünü afrika'ya daha çok dönmesi gerekiyor...
önce bir hikâye:
BİR telefon. Tanıdığımız bir polis şefi gülüyor:
"Gel, seni Nuri Baba'yla tanıştırayım!"
"Nuri Baba kim?"
"Gel, pişman olmazsın!"
Emniyet Müdürlüğü'nün bir odasında "Nuri Baba" ile tanışıyoruz; "Nuri Baba" eski polislerden, yeniler onlara "Kulağı kesik" derler. "Nuri Baba" Boğaz tarafında bir karakolda yirmi yıldır görev yapıyor, artık karakol ondan sorulur, onunla anılır olmuş, tanımadığı yok...
***
MÜDÜRİYETTEN telefon. Amirlerden biri arıyor:
"Nuri Baba, filan kilisenin papazı Yani'yi al gel!"
"Nuri Baba" Rum papaza arka çıkıyor:
"Beyim, iyi adamdır bu papaz, kötü bir şey yapmaz!"
"Nuri Baba, uzatma, hakkında ihbar var, al getir!"
Ne yapsın "Nuri Baba", papazı alır, birlikte vapura binerler, Bebek'te inecekler. Tramvayın arka sahanlığında "Nuri Baba" bir sigara yakar, Ortaköy'e gelince bir bakar ki "Papaz Yani" yok, kaçmış...
***
TRAMVAYDAN aşağı atlar, Dereboyu'nda her gördüğüne sorar:
"Papazı gördün mü?"
Kimse görmemiştir...
"Nuri Baba" yanmıştır, müdüriyette adamın çırasını yakarlar, derken karşıdan gelen bir papaz görür, koşar yakalar, papaz şaşkındır, "Nuri Baba" ihtar eder:
"Şimdi seni müdüriyete götüreceğim, kimseyle konuşmayacaksın, yoksa yanarsın!"
Papaz korkar, Sirkeci'ye, müdüriyete gelinir, "Nuri Baba" Birinci Şube'ye çıkar, zimmet defterini nöbetçi memura imzalatır, papazı teslim eder, ver elini Boğaziçi...
***
ORTAKÖY'de yakalanan papaz iki gün nezarette kalır, korkudan ağzını açamaz. "Nuri Baba" yol boyunca tembih etmiştir:
"Sorulmadan konuşma, ağzını açarsan yanarsın!"
Polisler cebindeki üç beş kuruşla ona peynir ekmek ve sigara alırlar, iki gün sonra sorguya çekilir:
"Gel bakalım papaz efendi. Adın ne?"
"Kirkor!"
"Ne Kirkor'u, sen Yani değil misin?"
"Hayır beyim, ben Kirkor'um!"
"Yoksa sen Rum değil misin?"
"Tabii beyim, ben Ermeni'yim!"
Papazın başına gelenlere sorguyu yapanlar katıla katıla gülerler. Ermeni papazı bırakıp, "Nuri Baba"yı müdüriyete getirirler.
"Nuri Baba"nın savunması müthiştir:
"Ne fark eder beyim, o da papaz, bu da papaz!"
1955’in 6 Eylülü. Başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Adalar’da Rumlara ve diğer gayrimüslimlere karşı büyük bir linç ve yağma hareketi gerçekleşti. İki gün boyunca devam eden olaylarda birçok gayrimüslim yaralanırken, yaşamını yitirenler oldu. Maddi hasar ise çok büyük boyutlardaydı. Kalabalık güruhun önüne çıkan tüm dükkânlar, kiliseler yağmalanmıştı. Devletin kolluk kuvvetleri önceden haberdar oldukları halde herhangi bir müdahalede bulunmadan olayları izlemekle yetindiler. Olayların ardından birçok Rum ve gayrimüslim, sahip oldukları her şeyi geride bırakarak yaşadıkları alanları terk etmek zorunda kaldılar. Olayların tarihsel gelişimi, eski despotik devlet geleneği üzerinde yükselen yapının yeni sahiplerinin sınıfsal ihtiyaçlarıyla örtüşmekteydi.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni nüfuz etmeye başladığı Osmanlı devletinin son dönemine kadar, ticaret, ağırlıklı olarak gayrimüslim tebaanın eliyle yürüyordu. Bu olgu TC’nin kuruluş yıllarında da varlığını sürdürecekti. Lozan Konferansıyla “azınlık” statüsü verilen Rumlara ve diğer gayrimüslimlere, yeni gelişmekte olan Türk burjuvazisi bir taraftan gıpta bir taraftan da açgözlü bir kinle bakıyordu. Bu “azınlıklar”ın burjuva kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkiyete çeşitli biçimlerde el koyma girişimleri en açık ifadesini aslında daha II. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konulan Varlık Vergisi ile bulmuştu.
şevket kazan, RP’nin kapatılma nedenlerinden olan ve 5 yıl süreyle kendisini siyasi yasaklı hale getiren bekir yıldız’ı adalet bakanı olarak cezaevinde ziyaret etmesini , ´ben tamamen iyi niyetle ve kırdığım bir gönlü tamir için yaptığım bu ziyareti, kim ne derse desin asla hata kabul etmiyorum, edemiyorum´ diyerek savunmuştu.
bilindiği gibi şevket kazan refahyol hükümetinin adalet bakanı iken hakkındaki karar henüz kesinleşmeyen, sadece tutukluluk hali bulunan dönemin sincan belediye başkanı bekir yıldız’ı cezaevinde ziyaret edince, Genelkurmay, malum medya ve bazı çevreler ortalığı ayağa kaldırmış, konu milli güvenlik kurulu’na kadar bile götürülmüş, anayasa mahkemesi’nde de kapatmaya delil sayılmıştı. acaba diyorum, genelkurmayın eruygur ve tolon paşaları cezaevinde ziyareti de bir delil sayılabilir mi?
Doğal yolla gerçekleşmeyen, modern biyoteknoloji kullanılarak,herhangi bir canlı organizmadan bir geni alıp, ayrıştırıp, laboratuvar ortamında bir başka canlıya aktararak burada yeni bir canlı üretiyorlar. daha sonra da bu yeni canlının patentini alıyorlar. oysa, bir geni aktardığınızda doğaya, o canlıya bir bedel ödemiyorsunuz ki mülkiyet hakkı talep edeceksiniz! yapılan biyolojik korsanlıktan başka bir şey değildir.
bir organizmaya ait genin diğer bir organizmaya aktarılması işlemi
sonucu oluşan yeni organizmaya, Genetiği Değiştirilmiş Organizma
(GDO) deniyor. Bütün organizmalar DNA denilen molekülden oluşur.
Kromozomlar içersindeki genler tüm yaşamlarda ortaktır. Bir bitki de,
insan da DNA taşıdıkları için bunları birbiriyle değiştirmek mümkündür.
Kromozomların yerini değiştirdiğinizde insanlarda kanser başlıyor. Bir
gendeki bozukluk ömür boyu hastalığın çekilmesine neden oluyor.
İlk denemelerde domates kullanıldı. Domatese, soğuk sularda
yaşayan bir balığın antifriz üreten hormonu aktarıldı. Bilindiği gibi
domates sıcak iklimlerde yetişir. Erken ilkbahar ve geç sonbahara
kadar “büyüme periyodunu geliştirmek” amacıyla, antifriz domatesin
bünyesine aktarılmış. Hiçbir fark yok. Domates yiyorsunuz fakat balık
geni taşıyor. Bu da balık alerjisi olanlarda domates yediği halde bu
hastalığın nüksetmesine neden oluyor. GDO’lu ürün yiyenlerde
özellikle alerji önemli bir rahatsızlık olarak gündeme gelebiliyor.
sohbet böylece uzayıp gidiyor. şu açık ki gdo'lu ürünler konusunda hükümetler tutum almaktan kaçınıyor. bu konuya döneceğiz...
hâlâ çeşitli yerlerde okuyorum. erişim yasakları şöyle delinir, böyle proxy ayarlarınızı değiştirin, şu sitelere gidip linki yazıp ulaşın falan diye. ben de birkaç kez yazmıştım youtube'a ayarsız giriş falan diye yeni bir şey duydukça. bir de bazı programların kurulabileceğini biliyordum yasaklı sitelere ulaşmak için ama deniyemiyordum, çünkü çoook uzun bir süredir windows kullanmıyordum. ee o programların da linux versiyonları yoktu. bırakmıştım açıkçası artık, teslim olmak üzereydim ki yasağa, ultra surf denen şeyi okudum bir yerde. şimdi şu resmin sırası geldi:
gerilim tırmanıyor. ergenekon operasyonu kapsamındaki gözaltılar dış basında laik-kemalistlerle, siyasal islamcıların hesaplaşması olarak anıldı. pek çok yorumcu da aynı fikirde. sorunun bu şekilde ortaya konması ciddi bir basınç ve bunaltı yaratıyor.
bu hükümet çok açık bir şekilde, tüm kapitalist hükümetler gibi, işçi düşmanı. tuzla tersanelerinde olup bitenler, insan hayatı karşısında, eğer o insan bir mülksüzse ne denli duyarsız kalınabileceğini kanıtladı. "ekonomik istikrar" denen şey emekçilerin yaşam çıtasını yükseltmiyor. milyonlarca kamu çalışanı yoksulluk sınırında yaşıyor, hükümetin onlara reva gördüğü zam sadece yüzde 2. sağlık alanında reform olduğu ileri sürülen uygulamalar tam bir kaos yarattı. tarımda çöküş sürüyor. toprağa bağlı yaşayan insanlar giderek yoksullaşıyor. topraktan kopuyor, koparılıyor. genetiği değiştirilmiş tohum ithalatının önünü açan hükümet, köylüleri küresel kapitalizmin insafsız kollarına terketti. bütün bunlar gerçek, ab uyum yasaları aslen neoliberalizme yani tımarhana ekonomisine ekonomik ve politik angajman yasaları. ve bu alanda kocaman bir muhalefet boşluğu var.
yüzde 15'in sosyali, genelkurmayın demokratı chp emekten yana olmadığı için bu alan boş. akp'yi hükümetten seçimler yoluyla uzaklaştıramayacağını bilen içe kapanmacı, ab karşıtı, ulusalcı cenah, "şeriatla 100 yıl geriye gideceğimize, darbeyle 10 yıl geriye gideriz" mantığında.
dış basının dik açılı bakışının ıskaladığı şey, bu memlekette bu hükümete zımnen dahi destek vermesi mümkün olmayan ama demokrasi dışı yöntemlerle alaşağı edilmesi karşısında sessiz kalmayan insanların olduğudur. ulusalcı koro bu insanları neredeyse fettullahçı ilan etmiştir. bu ülkede demokrasinin kazanılması adına kılını bile kıpırdatmamış, hiç bir bedel ödememiş, aksine özgürlükten yana her girişimi bastırmaya çalışmış bu koro, birdenbire demokrat kesilebilmekte, tüm kavramları tarihsel yükünden kopartarak demokrat insanları gerici ilan edebilmektedir. fakat şunu da belirtmek gerekir. chp'ye oy vermiş önemlice bir kalabalık aslında kapatma girişimine karşıdır.
bu noktada antikapitalistler, ciddi bir basınçla kuşatılmıştır. ya akp'nin karşı oldukları ekonomi politikalarını savunuyor görünmek pahasına darbeye karşı demokrasiden, seçimlerden, halk iradesine saygıdan yana tavır alacaklar, ya da susup bekleyecekler. ikincisini tercih edenler var.
şu ergenekon davasının bir an önce açılması ve sonuçlanması gerekiyor. temmuz sonu, ağustos başı gibi sonuçlanacağı söylenen akp davasının sonucunu görmek gerekiyor. yani artık söylenecek sözün bizim açımızdan pek bir hükmü kalmadı. ama yine de söyleyelim. demokrasimizi beğenmiyoruz ki varız. daha gelişmiş bir demokrasiyi işçi sınıfının kadın ve erkeklerinin haklarının, bilinçlerinin ve örgütlenme düzeylerinin gelişmesi olarak anlıyoruz ve bu yüzden de darbeye hayır diyoruz. denklem bu kadar basit!
akp'yi alaşağı etmek isteyenler bizlerden çok mu hoşlanıyor diyorsunuz?
parlamentoyu kapatmak isteyenler, sendikaları açık mı bırakacaklar sanıyorsunuz? 02.07.2008
blogger yorum yönetim servisinde geçici olduğunu umduğum bir arızadan dolayı gelen yorumları yayımlayamıyorum. çare olarak son yazı altına foxy'den gelen yorumu ekliyorum.
Dergi yırtmak, kitap yakmak
1920'lerin ortasından itibaren Rusya'da iç içe geçmiş devlet ve parti aygıtını gasp eden stalinist bürokrasi Ekim Devrimi'ni savunan Troçki ve Sol Muhalefet militanlarına karşı savaş açtı. Toplantıları basıldı ve yasaklandı. Çıkardıkları yayınlar yasaklandı. Vurulup öldürülmeyenler Gulag Takım Adaları'na sürüldü, çoğu orada açlık grevinde öldü. Troçki stalinist basın tarafından "Yahudi şeytan" olarak tanıtıldı, kitapları ve Troçkist yayınlar meydanlarda yakıldı. Bir sosyalist yayını, düşüncesini beğenmediğin yırtmak, sol içi şiddet, Red'in yaptığı gibi kendi dışındaki bütün muhalif güçlere karşı rekabet içinde olmak ve onları itibarsızlaştırmak için saldırganlık yapmak düpedüz stalinist bir tutumdur. Bir devrimci Marksist, kaba kuvvete, erkekçe güç gösterilerine, cinsiyetçi bir dile değil devrimci fikirlere güvenmelidir. Yanlış bir fikrin varsa çıkar sen de doğrusunu söyler ve yaparak karşısındakini ya da seslenmek istediğin kitleleri kazanırsın. Red bunun tam tersini yapıyor, çünkü savunduğu fikirlerin Troçkizmle bir ilgisi yok.
Bir Troçkist darbe savunuculuğu yapıp, Kürt sorununda sosyal şovenizmi savunup, dindar kitleleri aynı Bush gibi islami-faşist olarak görebilir mi? Yanıt açık ki hayır.
Troçki ve Lenin, proleter devrimi boğmak ve bizzat kendilerini kurşuna dizmek kararında olan geçici hükümetle devri ezmek için yürüyen General Kornilov arasında tarafsız kalmadı. En gerici parlamentonun bile diktatörlükten daha iyi olduğu 'sol komünism bir çocukluk hastalığı'nda yazılmıştı. 1917 Eylül'nde Bolşevikler her yer ve Sovyetlerde Kornilov darbesini durdurmak için savunmaya geçtiler. Kornilov yenildi. Ekim'de tarihin ilk muzaffer sosyalist devrimi oldu. 1917 yılının başında küçük ve etkisiz bir parti olan Bolşeviklerin yılın sonun işçi sınıfının, Sovyetlerin, yoksul halkın tam desteğini kazanmıştı.
Sosyalistler bu yoldan yürümelidir. Troçki'nin Faşizme Karşı Mücadele'sinde uzun uzun anlattığı birleşik işçi cephesi politikasını attıkları her adımın merkezine koymalıdırlar. Bugün darbeye karşı çıkmak, düne kadar solun tabanında yer alan işçilerin ve yoksulların AKP'den geri kazanılmasının tek yoludur.
Red kime sesleniyor?
CHP, MHP, ADD, İP gibi ulusalcıların belirlediği yüzde 20'lik Kemalizm yanlısı orta sınıflara mı? Yoksa toplumun çoğunluğuna, geride kalan yüzde 80'e mi? Açık ki ilk gücün, cumhuriyet mitinglerini yapanların yanında, bu yüzden Ergenekon'a ve darbeye karşı çıkan sosyalistlere karşı küfür kampanyası yürütüyor. Genç redçiler size soruyorum: Sosyalizm çoğunluğun kendi çıkarları için kendi kurutuluşu için bilinçli eylemi değil midir? Manifesto böyle yazar. Bir sosyalist kendi halkının büyük çoğunluğunu düşman olarak görebilir mi? Üstelik bu halkın içinde devrimin biricik öznesi olan Türkiye işçi sınıfı dururken. Her türden devlet baskısına, darbelere, diktatörlüklere, faşizme ve stalinizme karşı direnmiş troçkist gelenek asla generallerle, kemalizmle, militarizmle uzlaşmaz. Haklı bir mücadele veren Kürt özgürlük hareketini ulusalcılar gibi "emperyalizmin ajanı" olarak göstermez. Lenin'in ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlayışıyla yaklaşır. Ezilen ulusu koşulsuz olarak destekler, kendi ulusunun milliyetçiliğini eleştirir.
Milliyetçilik, cinsiyetçilik, lumpenlik, darbe şakşakçılığı ve devrimcileri karalama kampanyası. Red'de bunların hepsi var, Troçkizm yok.
Genç redçiler Hakan Gülseven'e sorun: Bugüne dek bir eylem örgütledin mi? Cafe ve bar köşelerinde bizle buluşup konuşmaktan, bizleri bir hiyerarşiye dizip birbirimizle konuşturmaktan, internette yazıştırmaktan, başka sol güçlere karşı kışkırtmaktan başka ne yaptın? Neden eylem yapmıyorsunuz, sokağa çıkmıyorsunuz, oturduğunuz yerden mücadele eden insanlara çamur atıyorsunuz? Bir troçkist oturduğu yerden konuşanlara sadece lafazan der, çünkü o militandır ve hareketi inşa eder.